Beyrut'ta son günümüze geldik. Bugün uzun bir mesafe bizi bekliyor. Baalbek'e, esasında daha bilindik bir ifade ile Bekaa Vadisi'ne gideceğiz. Esasında bizi Fadi götürmek istiyor gene, önceki günkü taksicimiz. Ama o arabanın toplamda 350 km gibi bir mesafeyi gedeceğine ben inanmıyorum. Araba gitse bile Fadi'nin kullandığı bir araba ile gitmek istemiyorum. Bu sefer otelden taksi çağırıyoruz. Kafamız rahat ediyor böylece. Hem konforlu bir taksi bu, hem de şöforümüz Fadi gibi zıpçıktı bir tip değil, sakin sakin kullanıyor arabayı. Gereksiz muhabbetlere de girmiyor ama İngilizcesi anlaşılır. İsmi Adel. Bugün göreceğimiz üç nokta var, Anjar, Baalbek ve Ksara. İlk durağımız Anjar.
Yolun ne kadar sürdüğünü hatırlayamıyorum esasında. Bütün gün yoldayız zaten. Beyrut'tan biraz çıktıktan sonra Orta Doğu'yu hissetmeye başlıyorsunuz. Etrafta asker kontrol noktaları çok fazla. Zaman zaman arabaları durduruyorlar, bizi hiç durdurmadılar. Üstelik kocaman reklam panolarında hep mayın temizleme ile ilgili fotoğraflar ve yazılar vardı. Yazılar hep Arapça ama tahminimce çalışıyoruz, temizliyoruz gibi şeyler yazılıyordu. Yol boyunca pek çok kasabadan geçiliyor. Hepsinde de esasında Orta Doğu'ya has düzensizlik var. Müslüman kasabaları da, Hristiyan kasabaları da hep biz toz bulutu altında, düzensizlik hat safhada. Tarlaların etrafındaki çadırlarda kalan insanlar var. Çoğu Filistin'den gelen ve Lübnan'da da ülkesiz kalan insanlar. Buralarda fakirlik oranı yüksek. Beyrut'ta gördüğümüz hayatla buradaki çok farklı. Üstelik Beyrut'ta Müslüman kadınlara karşı herhangi bir baskı hissetmezken burda en azından geleneksel olarak bile olsa Müslümanlığın kılık kıyafet anlamında bile baskı unsuru olduğunu görebiliyorsunuz. Bu tarafa sıcak havalarda şortla falan gitmenizi hiç tavsiye etmem.
Anjar harabelerinin bir kısmı ayakta esasında. Çok büyük bir şehir değilmiş, yanlış hatırlamıyorsam iki ayrı şehrin ve yapının üst üste binmesi ile oluşmuş. Bence Anjar'ın en ilginç yanı Ermeni nüfusu. Adel burada çok fazla Ermeni'nin yaşadığını söyledi. Zaten 24 Nisan üstü gittiğimiz için her tarafta soykırım tabelalarını görmek mümkündü. Ne yazık ki yaşanılan acılar hakkında çok fazla konuşamıyoruz. Ya aşırı milliyetçi görünüyoruz ya da Türkiye'den ve Türklerden nefret edermiş gibi. Her iki tarafında mutlak surette yaşadığı acılar var, bunları dile getiremiyoruz. Nasıl Türkler arasında bu böyleyse Ermeniler arasında da böyle sanırım. Onların da aşırı mülliyetçileri var. Benim Türkiye'de yaşayan sağduyu sahibi Ermeni tanıdıklarım var, Türkler de var. Ama Lübnan'daki Ermenilerle durum daha farklı galiba. Onlar bir de ülkelerinden uzaklaştıkları için mutsuzlar. Neyse. Açıkçası en son isteidğim eşy zaten Lübnan'da böyle bir konuyu tartışmak. Adel'de bu konuyu konuşmaya hiç hevesli değil. Sakin bir insan. Bilmediği konularda da pek atıp tutmayı sevmiyor. Harabelerin çıkışında bir adam arabasının arkasında kurutulmuş meyve ve kavrulrmuş badem satıyordu. Tatları hayli güzeldi ama bir şekilde kazmalığım tuttu, hiç alamadım. Sonradan da resmen üzüldüm. Özellikle bademler çok iyiydi.
Anjar'dan Baalbek'e hayli uzun bir yol gidiyoruz. Yol boyunca gördüğümüz manzara pek değişmiyor. İlk baharda gittiğimiz için yemyeşil olan Bekaa Vadisi bir anlamda gözüme büyüleyici gözüküyor. Ama çevrenizi kuşatan fakirlikten, silahlardan kendinizi soyutlamanız hayli zor.
Baalbek'e ulaştığımızda ise bizi çok farklı bir atmosfer sarıp sarmalıyor. Daha girişe ulaşamadan size 3 doalra Hizbullah tişörtü satmak isteyen pek çok satıcı var. Buralar gerçekten de onların kalesi. Her ne kadar Adel burda yaşayan herkesin Lübnan'lı olduğunu söylediyse de, okuduklarım doğrultusunda çoğunun buraya iç savaştan önce gelen Filistinliler olduğunu anlıyorum. Açıkçasını söylemem gerekirse normalde beni insan hayatı ehr zaman daha çok etkiler harabelere göre ama Baalbek'e kayıtsız kalmak mümkün değil. Bir an önce içeri girmek istiyorum.
Öncelikle Baalbek bir yerleşim bölgesi dğeil, sadece ibadet bölgesiymiş. İçeri girdiğimde böylesine büyük bir tapınak Türkiye'de yok diye düşündüm. Sonra öğrendim ki bırakın Türkiye'yi, böylesi bir tapınak Roma'da da yokmuş. Roma Dönemi'nde yapılan en büyük tapınakmış. Üstelik bir tapınakta değil. Bir tanesi Jupiter yani Zeus'a, diğeri de Bacchus yani Dionisos'a adanmış devasa iki tapınak. Bacchus tapınağı bitmiş ancak Jupiter tapınağı bitmemiş, Roma'lılar Hristiyanlığı tercih etmişler. Bunun üzerine Hristiyanlığa uygun bir yapıya dönüştürülmüş. Baalbek'teki tapınaktan zenginlik aktığı belli. Bulunan heykellerin bir kısmı gene Ulusal Müze'deydi. Müzeye götürülmeyenlerdeki taş işçilikleri ise gerçekten de inanılmayacak kadar detaylı. Moğol istilaları zamanında bir de cami yapılmış ama caminin hiç kalıntısına ulaşılamamış, sadece bir kaç sütun kalmış. Tapınakta kullanılna bazı taşlar 1000 ton ağırlığındaymış. bunu söylemem de ayıp belki ama 1000 tonluk taşları basit makara, palanga sistemleri ile yerlerinden kaldırıp tapınaklar diktiklerine de inanamıyorum ben o insanların. Bir de o zamanlar kölelik var, insan canı kıymetsiz diyorlar (şimdi çok kıymetli ya özellikle Tuzla tersanelerinde, kot taşlama atölyelerinde falan). Hadi öyle olsun ama o zaman dünya nüfusu ne kadar ki?
Jupiter Tapınağı'nın ayakta kalan sütunları
Bacchus Tapınağı
Sütunların yüksekliği ile insanları oranlayabilirsiniz.
Bir de özellikle Bacchus Tapınağı böyle iyi korunmuş bir şekilde bulunmamış, hayli yıkık dökükmüş. Ama arkeologların özverili çalışmaları sayesinde bu hale gelmişler. Ayrıca Baalbek'in dışında da bir Venüs tapınağı var ama çok fazla satıcı vardı etrafta ben biraz huzursuz olduğum için hızlıca yürüdük sadece.
Burada sanırım 2-3 saat gibi bir süre geçirdik ve artık çok acıktık. Adel acıktınız mı dedi, evet dedik. Bakın burda çok meşhur bir yer var herkes oraya geliyor bir tadına bakın beğenmezseniz yemezsiniz dedi. Olur dedik. Safiha Baalbakieh denilen, bizim kıymalı pidenin küçük halleriymiş çok meşhur yemek. Şurada fotoğrafı var bakın. Kıymalı pideden biraz daha yağlı. Siparişi Adel verdi ama devasa bir tabak dolusu geldi önümüze. Ağırlığına göre hesap ödeniyormuş. 600 gram civarı sipariş verdim dedi. Dedim burda rahat 1.5 kg pide var. Meğer kıymanın ağırlığıymış o. Tabi ki o kadar çok pideyi yiyemedik. Paket yaptık ama sonra da yiyemedik zaten o gün son gecemizdi. Adel ülkenin politikası ile ilgili konuşmayı seviyor gibi. Hani bizimkiler Arap dünyasında çok seviliyoruz diyorlar ya. Evet seviliyorlar ama özellikle Suriye ile yaşadığımız gerginlik nedeniyle onlar da bize şüphe ile bakıyorlar. Adel'in söylediği bir laf çok hoşuma gitti ama. Türkiye'nin, Ürdün'ün, Suriye'nin ve Lübnan'ın insanı birbirine benzer dedi. Kendilerini Arap'lardan ayrı tutuyorlar. Gerçekten de onlarda bizler gibi. Arap değiliz diyorlar, Avrupalı falan da değiller tabii. Arada kalmışlık onlarda da var. Suriye ve Ürdün'ü neden dahil etti bu listeye bilemiyorum her ikisinden de kimseyi tanımadım.
Bekaa yemyeşil, Bekaa gerçekten de insan eli değmezden önce çok güzel. Ama yılların yorgunluğu var üzerinde. Arkada gördüğümüz tepeler heralde Golan Tepeleri. Üzerleri hala karla kaplı. Hala hüzünlü.
Bir sonraki durağımız ise şarapları ile ünlü Ksara Şatosu. Adel yolları az biliyor, biraz dolanıyoruz o yüzdne sürekli ama pek şikayetçi değilim durumdan. Etrafı görmeyi seviyoruz. Ksara'ya saat 6 gibi ulaşabiliyoruz zaten saat 6da kapatıyorlarmış. Ne yazık ki mahzenleri gezemedik. (Kapadokya'da da gezememiştim ben). Cabernet Sauvignon severim ama Cabernetleri çok sert geldi. Açıkçası taa Beyrut'tan Türkiye'ye taşıdığımıza değecek bir şarap yoktu. Hani bizim şaraplarımız gibiydi. Bir şişe aldık gene de ayıp olmasın diye. Ama esas bomba arak tabi ki. Esasında tadını bilmiyoruz, bu markayı hiç içmedik ama methini duyduk. Ksarak marka araktan da bir küçük attık çantaya. Henüz onu da içmedik. Güzel bir yemekle içmeyi planlıyoruz tabi ki.
Otele döndükten sonra hazırlanıp akşam için çıktık. Her ne kadar gittiğimiz yol uzak olduğu için yorucu gibi gözükse de vücut yorgunluğunu o kadar çok hissetmiyoruz. Geç saatte yediğimiz pideler yüzünden de karnımız tok, bizim de bu geceki hedefimiz Buddha Bar. Ay şekerim haer yaer Tuurk demek istiyoruz. Dah önce de dediğim gibi, Hamra'dan Downtown'a yürümek 40 dakika gibi bir süremizi alıyor. Akşam serinliğinde sakin sakin yürüyoruz ama koşturmadan. Zaten nereye koşturacağız? Bir çift güzel akşam ayakkabısı getirmişim, onlarda ayaklarımı kemirmiş resmen. Buddha Bar esasında rezervasyonla çalışıyor ama hem o günün pazartesi olmasına güveniyorum, hem de arkadaşımdan aldığımız taktikle süslenip püslenip gidiyoruz. Kapıda bira içip çıkacağız demeyi planlıyoruz. Ki zaten amaç bu. Ama yolda beklemediğimiz bir şey oluyor. Karnı tok olmasına rağmen Uğur'un şekeri düşüyor, ki uzun süredir bu kadar fenalaşmamıştı, soğuk soğuk terliyor falan. Ne yazık ki etrafta ne açık bir market, bakkal var ne de yanımızda ağza atacak en ufak bir şey. Üstelik taksi bile geçmiyor. Sarayın önündeki havuzun kenarına oturup tekrar normale dönmesini beklemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Terlemesi falan geçince de bu sefer müthiş bir açlık hissediyor. O zaman diyoruz önce Le Chef'e gidelim, ne de olsa dün gidememiştik. İçerde boş masa yok, sıra bekliyoruz. Dükkan küçücük olduğu için de kapının önünde bekliyoruz. O sırada 4 kişilik bir grup geliyor, içeri giriyor ve boşalan masaya çörekleniyorlar. Rengimin falan kaçtığından eminim. Ben hiç bir yerde yemek için sıra beklemem İStanbul'da falan ama burada bekliyorum çünkü Beyrut'a bir daha gelemem. Ve siz sıraya falan aldırmadan geçip oturuyorsunuz. İşte tam bu noktada oteldeki kızlar belki de haklıydı diyorum çünkü bu ufak kıro grup ne yazık ki Türk. Neyse ki sonra bize de yer açılıyor. El yazısı ile yazılmış Fransızca menü ile boğuşuyorum ama işin içinden çıkmak çok zor. Üç kuruşluk Fransızcam tabi ki bamyanın anlamını bilmiyor. Garsondan İngilizce menü istiyorum, ingilizce yok size Türkçe vereyim diyor ve gerçekten de iyi kötü çevrilmiş bir Türkçe menü getiriyor. Daha da komiği Fransızca menüden kendisi bize Türkçelerini söylüyor ve bakın çok kolay diyor. O söyleyince çok kolay tabi. Yemeklerimizi yiyip us bardağında kıraathane usülü çayımızı içiyoruz. Beyrut'ta Le Chef çok meşhur, özellikle Vedat Milör'ü izleyen herkesin dilinde. Ben özel bir tat aldım mı? Hayır. Kötü müydü? Asla değildi. Ama abrtıldığı kadar değildi bence. Açıkçası Beyrut'ta Stamboli Kebab kadar iyisine rast gelmedim diyebilirim. Ama Le Chef için şunu söyleyebilirim ki esnaf lokantasında arak içmek muhteşem bir duygu.
Kıraathane usulü çay:)
Artık Le Chef'ten çıkınca Buddha Bar'a gitmiyoruz çünkü sabah 6da uçağımız var, bu da 3 gibi kalkacağımız anlamına geliyor. Zaten saat neredeyse 12 olmuş, anca otelimize döneriz diyip yola koyuluyoruz. Son Beyrut gecemizin tadını çıkarak ıssız sokaklarda yürüyoruz.
Bu uzuuun yazılarımı kısaca toparlamak isterim ki bence Beyrut;
- Devasa bir şantiye alanı, ne yazık ki güzelim şehirlerine yazık etmişler.
- İstanbul'da yaşayan insanların gece hayatı muhteşem demesini algılayamadım. Evet gece hayatı var ama zaten 2 milyon nüfusu var bu şehrin, yani hayli boş barlardan bahsediyorsunuz.
- Nargile tüketimi çok fazla. Yemekle beraber nargile içiyorlar, kadın erkek.
- Yemekleri güzel, Avrupa'da zorlanıyorum yemek yerken ama burda hiç zorlanmadan yiyebildim.
- Taksiler 2012 senesinde Byblos turu için 100 dolar, Bekaa içinse 150 dolardı. Yalnız Bekaa'da bazıları Ksara'ya gitmiyormuş, binerken emin olmakta fayda var.
- Dönerken hiç hediyelik eşya almamışız ama gözümüze çarpan ilginç bir şey de olmadı.
- 2 milyon nüfusa karşılık 8 milyon araba kayıtlıymış trafiğe. Korkunç trafiği açıklamaya yeter mi bilemedim.
- Heralde en az 10 milyon konut vardı. Özellikle geceleri bir sürü bomboş ışıksız bina görebilirsiniz.
- Savaş zamanları hakkında konuşmayı pek sevmiyor insanlar. Onun haricinde muhabbetleri iyiyidi. Hatta çok gevezeleri bile var.
- Downtown ve St. George Bay aşırı lüks. Doğu'nun Paris'i lafı burdan geliyor heralde. Sevdim mi? Yok.
1 yorum:
tum yazdıklarınızı keyıfle okudum ... tesekkurler ... Alper uyanık ...
Yorum Gönder