30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni Yıl

2010 yılının tüm insanlar, doğa, yerküre için, havaküre ve su küre için çok daha iyi geçmesi, çocuklarımızın bu şirin kardan adamları yapabilmeleri dileği ile....

3 Aralık 2009 Perşembe

Limon Olmak Üzerine-II- Son

Aradan günler geçti. Hava sıcaklığı daha dayanılır derecelere doğru geriledi. Annem bir gün bizlere dedi ki; “yavrularım, birkaç güne kadar hepiniz toplamaya insanlar gelecek, biliyorsunuz ki kirazlar, erikler, çilekler toplandı. Geriye sizler, portakallar ve mandalinalar kaldı. Onların daha zamanı var. Oysa sizleri alıp götürecekler. Bu güne kadar size elimden geldiğince iyi bir anne olmaya çalıştım. Sizlere yol gösterdim, elinizden tuttum, bırakmadım. Ama artık daha fazlasını yapamam. Sizler gitmeli ve yeni kardeşlerinize yer açmalısınız.” Birisi “ iyi de biz ne olacağız ki” diye sordu. Öyle ya, bildiğimiz tüm hayat annemizin kollarının arasında yatmaktan ibaretti. Şimdi ne olacaktık? Annemiz “herkesin dünyada bir görevi var, sizlerde insanlara sağlık, sıhhat katmakla yükümlüsünüz çocuklar, gittiğiniz yerlerde başınıza neler gelecek bilmiyorum, ben hiç burdan ayrılmadım, ama eminim görevinizi en iyi şekilde yapacaksınız” dedi. Bir hüzün bulutu çöktü üzerime. Annemden, kardeşlerimde ayrı olma düşüncesi öylesine ağırdı ki, nefes alamaz olmuştum. Sapsarı olan tenim sanki iyice sararmıştı. Yere düşecektim, annem elimden tuttu. Ben gitmek istemiyorum, ağaç olmak istiyorum diye haykırdım. Kardeşlerim şaşırdı. Annem “sen ağaç olamazsın ki çocuğum” dedi. Sen meyvasın. Ama içinde ağaç olabilecek tohumlar var, onlar olabilirler. Böylece sen de olabilirsin, merak etme, hayat hiç bitmez, bir şekilde devam eder.” Bu düşünce beni teselli etmedi. Ama yapabileceğim birşey yoktu. Şimdi annemin elini bırakıp yere düşüversem orda kalırdım. Bu bir kurtuluş olmazdı. Keşke çiçekken şakacı rüzgarlara kanıp gitseydim, bir yerlerde ağaç olsaydım diye düşündüm.

Bir kaç gün sonra insanlar geldi, bizleri annemizden koparıp kasalara yerleştirdiler. Benim canım acımadı, annem ne hissetti hiç bilmiyorum. Annemiz bu sırada öyle hüzünlüydü ki hiç konuşamadı. Hoşçakalın evlatlarım dedi sadece. Kardeşlerimle yanyana kasanın içinde duruyorduk. Kırmızı yanaklı bir kız etrafımıza beyaz kağıtlar geçirmişti. Benim zaten sapsarı, muhteşem bir elbisem vardı, buna ihtiyacım yoktu ki. Kasaları kamyonlara yüklediler, daha önce de görmüştüm onları. Nereye gittiğimizi hiç bilmiyordum. Hepimizde tarifsiz bir acı vardı. Durup durup birbirmize en azından beraberiz diyip duruyorduk ama evimizden ayrı olmak öylesine hüzünlüydü ki.... Kamyonların arkasında tozlu yollardan geçtik, İyi ki bu beyaz kağıtları sarmışlar etrafımıza diye düşündüm. Annemizin bizim için taşıdığı su olmayınca mecburen içimizde depoladığımızı kullanmamız gerekiyordu. Onu da idareli kullanmalıydı. Kaç gün daha burada olacağımızı hiç bilmiyorduk. Havanın o kadar kuru olduğu yerlerden geçtik ki, ne yapacağımızı şaşırmıştık. Yolculuğumuz sonunda yetiştiğimiz yerden çok farklı iklimi olan bir yere geldik. Bizi karanlık, serin bir mağaraya koydular. İçeri ışık girmiyordu. Ama havanın serinliği sayesinde sürekli rahattık. Güneşe göremiyorduk ama güneşi aramıyordukta. Orada ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Gece gündüz kavramımız kaybolmuştu. Mağaranın sıcaklığı hep sabitti. Mevsimleri de anlayamıyorduk Ben çok fazla konuşmuyordum ama genelde çok fazla konuşuluyordu. Limonların zeytinyağlı yemeklerin vazgeçilmezi olduğunu öğrendim, suyumuzun sıkıldığını öğrendim. Limonata denilen bir içeceğe dönüştüğümüzü öğrendim. Orada anladım ki hayatımızın sonuydu bu artık. Daha ötesi yoktu. Ben meğer elbiselerimi yırtsınlar, suyumu sıksınlar diye öyle sıkı sıkı çalışmışım. Bilsem bir çiçekken şakacı bir rüzgarla uçar giderdim annemin kollarından. Sonra bir gün mağaradan çıkartıldık. Tekrar güneşle buluşmamız çok heyecanlıydı. Yeniden doğuş gibiydi. Güneşin yakıcı ışığı tenimi kavurdu, keskin bir acı hissettim. Ama öylesine mutluydum ki halimden. En azından suyum sıkılmadan son bir kez güneşi görebilmiştim.

Gene kamyonlara bindirildik. Hava çok sıcaktı, yaz gelmiş olmalıydı. Belki de bir sene o mağarada kalmıştık. Uzun ve yorucu bir yolculuğun sonunda gene nemli havası olan bir yere geldik. Burda öyle bir karmaşa vardı ki... Kamyonlar, insanlar, avaz avaz bağıran kuşlar... Her tarafta aynı laflar dolanıyordu, bir kasaya şu kadar vermem, bu kadar veririm. Bizler de bir kamyondan indirilip başka bir kamyona bindirildik, ertesi gün bir adam üzerimizdeki kağıtları soydu ve bizi bir tezgaha alt alta, üst üste dizdi. Kasalarda bile böylesine sıkışmamıştık. Birkaç saat sonra artık daha fazla dayanamayacağımı hissetmeye başlamıştım. Hem çok sıkışmıştım, hem yanımdaki limon sürekli bir balık sofrasına ne kadar yakışacağını anlatıyordu. Öte taraftan sarımsaklar da ne kadar faydalı olduklarıyla övünüp duruyorlardı. Oysa kokuları öyle fenaydı ki kimse onlara yaklaşmak bile istemezdi bence. En sonunda bizi dizen adam en üstten birkaç limon aldı, ben de kendimi biraz da olsa daha rahat bir pozisyonda buldum. Günün sonuna doğru genç bir çocuk geldi. “Bütün limonları ver abi” dedi. Hepimiz bir poşete doldurulduk, tartıldık, toplamda beş kilo geldik. Çocuk bizi aldı. Artık neresi olduğunu anlayamadığım bir yere geldik, Bulunduğumuz mağaradan daha soğuk bir yere atıldık. Belirsiz bir şekilde, karanlıkta bekleyiş yeniden başlamıştı. Acaba gene aylarca mı sürecekti bu esaret? Etrafımda pek çok farklı meyva ve sebze vardı. Çoğunun ne olduğunu bilmiyordum ama artık halim kalmamıştı. Hiçbirisiyle tanışmak istemiyordum. Kokularından tanıdığım nane yaprakları neşeli neşeli söyleniyorlardı. Sadece onların muhabbetlerini dinledim. Nane olmadan limonatanın eksik olacağını öğrendim. Esas limon olmadan limonata eksik olmaz mıydı? Şu anda yuvarlanarak bile olsa burdan gitmeye razıydım. Sonra uyuyaklamışım.

Ertesi sabah kapak açıldı. Birisi bizi mağaradan çıkardı. Göz ucuyla görebildiğim kadarıyla mağaramızdan baya farklıydı burası. Ama ne fark ederdi. İşte yolun sonuna gelmiştim. Birazdan suyumu sıkacaklardı, herşey bitecekti.

Bir masanın üzerine yatırıldım. Adamın biri elindeki kesici bir altle sırayla hepimizi ikiye kesiyordu. Bundan daha korkunç birşey düşünemiyordum. Suyumun sıkılması fikrinden de korkunçtu bu. İkiye kesilenlerden hafifi bir çığlık geliyordu. Sıra bana geldiğinde zangır zangır titriyordum. Metal bıçak tenime değdi, herşey öyle hızlı oldu ki, neye uğradığımı şaşırdım. İiçmde korkunç bir acı duydum. Çığlık atmak istedim, atamadım. Bir yarım diğer yarıma hüzünlü hüzünlü bakıyordu. Hala ölmemiştim. Yaşıyordum. Ben ki sabahları çiy tanelerinin üzerimde dans edişiyle uyanırdım, bu sabah başıma gelenlere bakın. Daha sonra bşka birisi bizi masanın öbür ucuna götürdü. Orada korkunç bir gürültüyle çalışan bir alet vardı. Benim duymaya alışkın olduğum sesler kuş, rüzgar, yağmur, şimşek sesleriydi. Bu sesi hiçbir şeye benzetemiyordum. Bizi aletin başına getiren kişi gelişigüzel bir şekilde eline tabağa attı, benim bir yarımı seçti. Alet dönüp duruyordu, ben aletin dönen kısmının üzerinde koydu. O anda hayatını balık sofrasında sonlandırmak isteyen arkadaşı o kadar iyi anladım ki. Hiç olamzsa bir balığın yanında, sadece dilimlenmiş olacaktım. Oysa şimdi bu alet bütün hücrelerime giriyor, büyük bir emek harcayarak ördüğüm duvarlarımı parçalıyor, içimdeki suyu çıkarıyordu. Sesim çıkmıyordu, ya da çıkıyorsabile duyulmuyordu. Çocuğun elinde sadece elbisem kaldı. Bense aletin dibindeki bir haznede şaşkın şaşkın elbiseme ve ondan kalanlara bakıyordum. Kabuğumu çöpe attı. Bu iş yaklaşık bir saat sürdü. Mümkün olduğunca kendi su damlacıklarımla yanyana kalmaya çalıştım ama gittikçe karıştık, sonuç olarak kocaman, soğuk bir kaba konulduk. Kaba konulanlar daha çok benden geriye kalanlardı, buna ben demek yanlış olurdu. İçimize sonradan şeker olduğunu öğrendiğimiz, kristal parlaklığında, çiğ taneleri kadar güzel taneler karıştırıldı. İçimin bir garip olduğunu hatırlıyorum. Bir süre sonra sıcaklık artmaya başladı, sıcaklık inanılmaz derecede artmaya başladı, şeker taneleri de kayboluyordu, anlayamadığım bir şekilde sessizleşti herşey, kabın alt tarafındaki sıcaklık dayanılmaz olunca yukarıya doğru hucüm ettim, tek isteğim biraz daha rahat nefes alabilmekti. Daha yukarılara doğru uçabilecekmişim gibi hissediyordum. Sanki içimde bir güç vardı, her şeyi yapabilirdim.

Bir süre sonra sıcaklık normal değerlere doğru inmeye başladı, şeker taneleri içimize karışmış, artık bizden olmuşlardı. Bir süre sonra içimize biraz su ve limon suyu daha katıldı, şeffaf bir kaba boşaltıldık, etraf gittikçe serinledi. Bu şeffaf kap bir bahçede duruyordu, üzerimizde büyük ağaçlar vardı, arada bir kaç limon ağcaı da cabası. Ama hiçbirisine ulaşmak mümkün değildi. Bildiğim hayat, bana çok yakın, ancak bir o kadar da uzaktı. İnsanlar hayat avuçlarımın arasından kayıp gidiyordu diyor ya, işte aynen öyleydi benim için durum. Ama avuçlarım yoktu, hatta artık neyim var, neyim yok onu bile bilmiyordum. Dalgalanıp duran bir sıvıydım ben sadece. Serindim, serin olmka iyi geliyordu.

Arada bir birisi limonata istiyordu, birisi gelip bir bardağa limon suyu dolduruyordu. İşte o limon suyu bizdik. Günün ilerleyen saatlerinde artık sıranın bana geldiğini anladım. Birisi bir limonata daha siteyecekti, ve ben o bardağın içine düşüverecektim. Açıkçası artık umrumda da değildi. Güzel elbisem gitmişti, annem, kardeşlerim benden çok uzaktaydı. Pratikte hayatım zaten bitmişti. Bardağın dibini boylamak benim için çok önemli değildi.

Bardağa düşüş anı ise bekledeğimden farklıydı. Nasıl ki birkaç saat önce sıcaklığın artmasıyla uçabileceğime inanmıştım, şimdi görüyordum ki kısacık da olsa uçabilirdim. Uçtum ve bardağın içine düştüm. Bardakta buz parçaları vardı, ve ta evimden tanıdığımi kokusu başımı döndüren nane yaprakları. Gene muhteşem kokularıyla bana arkadaşlık ediyorlardı. Genç bir kız ver erkeğin inüne konulduk, ben kızın bardağının içindeydim. Kız bizi bardağın içindeki ortası boş çubukla şöyle bir karıştırdı. Bir yudum çekti, buranın limonatası İstanbul’un en güzeli” dedi. Çocukta güldü. Aradan geçen sürede neşeli neşeli konuşmaya devam ettiler, kah derslerinden, kah yaşadıkları şehrin güzelliklerinden ve birbirlerine ne kadar aşık olduklarından. Çocuk kendi limonatasını çoktan bitirmişti, kızsa çok soğuk deyip biraz beklemeye karar vermişti, ben heralde sıcaklık gene artacak diye endişeleniyordum, ama sıcaklıkta pek bir artış olmadı. Buzlar eridi, sular içimize karıştı, onlar da bizden oldular. Çocuk tam masanın üzerinden eğilip kızın limonatasını önüne çekmek isterken kızdan “yaaa” diye bir ses duydum, o anda dünyam tepetaklak oldu, yer çekimini iliklerimde hissetmeye işte o an başladım.

Aşağıya doğru kayıyorum, yavaşça.... Sakin sakin... Anlıyorum ki kısa ömrümün son demlerini yaşıyorum.

Yere doğru düşüyorum, düşüşün acı verici olacağını düşünüyorum. Pek bir acı hissetmiyorum, düşer düşmez tekrar yükseliyorum, birkaç parçaya ayrılıyorum, sonra tekrar yere düşüyorum, yayılıp kalıyorum. Orda öylece duruyorum. Duruşum son derece manasız, ne yapacağımı bilemiyorum ki. Bir yerlere gidebilir miyim diye düşünüyorum, hiçbir yere gidemiyorum. Kızın sesini duyuyorum uzaklardan, “biraz dikkat etsene diye, açıkçası pek umursamıyorum da, dinlemek istemiyorum. Düşünüyorum, hayatım onun içinde bir yerlerde son bulabilirdi. Oysa şu anda hala yaşıyorum.

Bir yandan da enteresan bir his uyanıyor içimde. Altımda toprağın olduğunu hissediyorum, Yumuşak, sıcak... Anneme bile hayat veren toprak, şimdi benim altımda uzanıyor. İstersem sanki sonsuza kadar onun bir parçası olabilirmişim gibi geliyor. Sanki o da beni kucaklıyor, sarmalıyor. “Gel” diyor sanki. Gel derken de bir yandan kollarının arasına alıyor, ve ben de ona doğru koşuyorum son hızla. Onun kollarının arasında olmak istiyorum, aklıma bir ağaç olma hayalim geliyor. Bir gün ağaç olabilecek miyim bilmiyorum, ama buraya gelene kadar çektiğim acıları düşünüyorum. Bir an için balık sofrasında bitirmek istediğim hayatımı düşünüyorum. Oysa şimdi annemin kollarının arasındayım, saklanabilirim, kimse beni bulamaz. Hazır olana kadar bekleyebilirim. Bir limon ağacnın dallarındaki yavrularına ulaşabilirim, yada ağacın içinde kalabilirim. Ağacın bizzat kendisi olabilirim. Doğduğum yerden kilometrelerce uzaktayım, ama hayata ilk başladığım noktada, toprak ananın kolları arasındayım. Mutluyum, korkmuyorum. Hayat devam ediyor, ve ben bu ha yatın henüz çok başındayım....

21 Kasım 2009 Cumartesi

Limon Olmak Üzerine-I

Çekirdeklerden özür dilerim:)

Aşağıya doğru kayıyorum, yavaşça.... Sakin sakin... Anlıyorum ki kısa ömrümün son demlerini yaşıyorum. Hayat, siz insanların dediği gibi, ellerimden kayıp gidiyor sanki, hiç sahip olamadığım ellerimden. Oysa sizden daha çok duyumsamıştım dünyayı her zaman. Bir kuş kanat çırpsa ben fark ederdim, hava biraz serinlese ben bilirdim. Baharın geleceğini herkesten önce anlardım, içimde tarifsiz bir sevinç olurdu, dünyaya pek çok şey vermek isterdim. Oysa benim dünyaya verebileceğim tek şey limon suyuymuş, limonataymış. Bunu işte şu anda anlıyorum, bir masanın kenarından aşağıya doğru süzülüverirken. Yeryüzündeki bütün nesneler için kaçınılmaz tek yasa belki de yerçekimiydi. Ve ben şu anda yerçekimini iliklerime kadar hissediyorum. Hoş iliklerimde yok ama... Gene de siz insanlardan daha çok hissedebiliyorum. Karşı koyamıyorum. Önceden hiç üzerinde düşünmediğim bu yasaydı belki de bana hayat veren. Annem ve babam, bu yasa sayesinde toprağa tutunabilmişlerdi. Havalarda uçuşan polenler bu yasa sayesinde ulaşmıştı anneme. Bu yasa sayesinde döllenmiştim belki de. Oysa şimdi bu yasa benim sonum olacak, yere düşüvereceğim ve bitecek.

Ah tabi size bu kadar dert yanmadan önce kendimden biraz bahsetmeliyim belki de. Bir limonum ben. Bildiğiniz, marketten, pazardan aldığınız, akrabaları portakal ya da mandalina gibi yuvarlak değil, elips şekilli, portakal ya da mandalina gibi turuncu değil, sapsarı, ekşi limonum. Pek çoğunuz beni yemeye katlanamazsınız, hatta içinizde limon yiyenlere bakamayanlar bile varmış diye duydum. Oysa yemeklerinizin, salatalarınızın vazgeçilmeziyimdir. Hiç biriniz zeytinyağlı bir dolmayı limonsuz düşünemezsiniz. Evet limonum ben, vaya dalımdan koparılana kadar limondum. Ağacımdan, annemden ayrıldığımdan beri kendimi nasıl tanımlayacağımı bilemiyorum hiç. Hele de başıma gelenleri düşündükçe.... Bazen merak ediyorum örneğin elma, pirinç ne bileyim sarımsak da benim gibi mi hissediyor? Sizlerin ellerine düştükten sonra her bitki kendini sadece içindeki vitaminlerle mi ifade etmeye kalkıyor? Pazarda içindeki anti oksidanlarla övünen sarımsaklar gördüm. Balığın yanına çok yakıştığını iddia eden rokalar gördüm. Hatta bu rokalarla kimlik kavgasına tutuşan limonlar bile gördüm. Oysa kendimi hiç bir zaman bir balığın yanında bir tabakta hayal etmemiştim. Eh bu da birşey en azından. Benim sonum süslü bir pastanenin bahçsinde oldu.

Limon ağaçlarını bilir misiniz? Ah nereden bileceksiniz ki... O kadar ilgisizsiniz ki, ne ağacı, ne meyveyi, ne çiçeği tanıyorsunuz. Utanmasanız hepimizin çilek gibi yerden toplandığını iddia edeceksiniz, oysa ki çileklerin de yaprakları olduğunu hiçbiriniz bilmezsiniz. Neyse limon ağacı diyordum değil mi? Limon ağaçları sizlerin ılıman iklim diye tabir ettiğiniz, sıcak yerlerin bitkileridir. Diğer ağaçlara göre ufak tefektirler. Birkaç yıl hiç meyve vermezler. Daha sonraki yıllarda verecekleri lezzetli meyveler için kendilerini hazırlarlar. İşte ben de böyle bir limon ağacında açtım gözeneklerimi muhteşem dünyaya. Doğum anımı hatırlamıyorum. Sanki bir anda bir tomurcuk olarak çıkıvermiştim annemin kolları arasından. O ilk kendimi bildiğim anı hatırlıyorum. Çok keskin bir ışık vardı, neler oluyor demiştim. Hani gözlerim olsa, gözlerimi kamaştırıyor diyecektim. Ama ışığı öylesine güçlüydü ki.... Kaçmak istedim kaçamadım. Şöyle bir çevireyim kendimi dedim. Olmadı. Nereme dönersem döneyim o ışık ordaydı. Neler oluyor dedim kardeşlerime. Tabii o zaman onalrın benim kardeşim olduklarını da bilmiyorum ama çevremde başka tomurcuklar da olmalıydı mantıken. Bir varlığın ilk oluş anını anlaması çok enteresan. Ne olduğunuzu anlayamadığınız bir süre var. O süre biraz korkutucu. Neler oluyor diyorsunuz. Belki de insan yavruları için de geçerlidir bu. Sizlerin nasıl dünyaya geldiğinizi hiç bilmiyorum. Ama umarım bir anda güneşe doğru açmıyorsunuzdur gözlerinizi. Çok acı verici bir deneyim. Kendimi algıladıktan sonra anladım ki sağıma soluma dönebilirim. Işığın verdiği rahatsızlığa alıştıktan sonra ki evrede o ışıktan keyif almaya başlıyorsunuz. Hafif bir sıcaklık bütün bedeninizi kaplıyor. Bedeninizin her tarafının bu keyfi tatmsı için bir o yana bir bu yana dönüyorsunuz. Ben bir o tarafa, bir bu tarafa dönerken, tatlı bir esinti hissettim etrafımda. Esinti ile birlikte de bir ses. “Güneşten iyi yararlanın yavrularım diyordu. Güneş sizler için hayat kaynağıdır. Güneş toprak anamız üzerindeki bütün canlılar için yaşam kaynağıdır. Zamanla kurallarımı öğreneceksiniz, şimdilik sadece güneşin keyfini çıkarın.” Bunları söyleyen pek tabi ki benim muhteşem annemdi. Limon ağacı. Böyle şefkatle konuştuğuna bakmayın. Çok sert bir anneydi. Hepimizi öyle sıkı tutuyordu ki kaçıp gitmemiz imkansızdı. Ama annemizinde bi hayatı vardı. Başka ağaçlarla konuşuyordu, rüzgarla dertleşiyordu, yağmur dediği bir şeyi bekliyordu. Bazen dikkati dağılıyordu, yavrularından birinin elini azıcık gevşetiveriyordu. O zaman kardeşlerimden birisi uçup gidiyordu rüzgarla. Ya da yere düşüveriyordu. İşte o zamanlarda annem çok üzülüyordu. Ah diyordu ne aptalım ben. Nasıl bırakıverdim yavrumu. Annemi başka ağaçlar teselli ediyordu. Bizler de korkma anne biz hala burdayız demek için titreşip duruyorduk. Başka bir gün başka bir ağaç aynı şeyi yaşıyordu. O zaman da annem onu teselli ediyordu. Annem beslenmemize çok özen gösteriyordu. Her gün damarları boyunca sular taşıyordu bizlere. Sular annemizin vücudu boyunca ilerliyor, serin serin bizlere ulaşıyordu. Yavaş yavaş içiyordum suları. Tadını çıkarıyordum. Suyla beraber gelen herşeyin tadını ayrı ayrı almak istiyordum. Oysa dünya üzerinde hiçbir şeyin tadını bilmiyordum. Bu böyle günlerce sürüp duruyordu. Bizlerin yaptığı sadece güneşe doğru dönmek, beslenmek ve keyifli keyifli hayatın tadını çıkarmaktı. Bir sabah uyandığımda nedense üşüdüğümü hissettim. Birisi üzerimdeki paltoyu çıkarıp atmıştı. “Anneme bağırdım neler oluyor neden çıplağım ben” diye. Annem kadim bir sesle “büyüyorsun, gün ağarınca kendini ne kadar çok beğeneceksin bak” dedi. Büyümekle üşümek eş anlamlıymış gibi geldi bana o anda. Güneş yavaş yavaş kendisini gösterince ben de kendime bakabildim. Nefes kesici bir güzelliğim vardı. Bembeyaz bir elbise giymiştim. Elbisemin etekleri rüzgarla uçuşuyordu. Her sabah gelip dala konan serçe şaşırdı. “Güzelliğiniz göz kamaştırıyor hanımefendi dedi” Uçarken limonlar çiçek açmış diye bir şarkı söyleyip duruyordu. O gün kendimi tam bir genç kız gibi hissetmiştim. Rüzgar essin diye sürekli yalvarıyordum. Böylece eteklerim havalanıyordu. Baş döndürücü bir kokum vardı. Ferah, tatlı, bir koklamak isteyenin bir daha isteyeceği türden. Kardeşlerimde benim gibiydiler. Hepimizde aşırı bir neşe vardı. Aksilik bu ya, güneş o gün eve erken dönmek zorundaydı, onun yerini bulutlar kapladı. Normal günlerde gökyüzünün maviliklerinin arasında gördüğümüz, bembeyaz, oya gibi olan bulutlara benzemiyorlardı bunlar. Renkleri neredeyse lacivertti. Anneme onları hiç sevmediğimizi söyledik hep beraber. Annem ve diğer ağaçlarsa son derece heyecanlı bir şekilde susmamızı söylediler bizlere. Yağmur yağacak sonunda dediler. Toprağın diplerinde su aramaktan yorulmuşlardı. Şimdi sular tepemizden yağacaktı. Ben elbisem ıslanacak diye dertleniyordum, annemse tertemiz olacağımızı, yağmuru çok seveceğimizi söylüyordu. Bulutlar naz yaptılar, birbirlerine sinirlendiler, kafa kafaya çarpıştılar, bağırıp çağırdılar, annemin ismine şimşek dediği ışıklar gördüm. Bugüne kadar sadece güneşin, ayın ve yıldızların sarı ışıklarını görmüştüm. Bu beyaz-mavi ve bir anda ortaya çıkıp bir anda kaybolan ışıklar beni çok heyecanlandırdı. Beyaz elbisemi bile unuttum. Işıkları tekrar tekrar görebilmek için kafamı yukarı doğru kaldırdıkça kaldırdım. En sonunda yağmur yağmaya başladı. Bu muhteşem bir deneyimdi. Tepemden aşağıya sular düşüyor, üşümüyordum, daha da fazla istiyordum. Kafamı daha da yukarı, daha da yukarı kaldırıyordum. Hep daha fazla istiyordum. Ne kadar sürdü bu böyle bilemiyorum. En sonunda bittiğinde hepimiz yorgunduk, ama o kadar mutluyduk ki... Etrafı keskin bir koku sardı. Bizim muhteşem çiçek kokularımızdan bile güzeldi. Rüzgar elbiselerimizi kurutmak için hafifçe esmeye başladı. Bir yanda da bizlerle dalga geçiyordu: “Gençler nasıl bir deneyimdi bu?” Günler böyle devam etti. Sıcaklık gittikçe artıyordu, güneş her sabah sanki daha da yakından doğuyordu. Daha uzun süreler boyunca tepemizde kalıyor ve bize sürekli gülümsüyordu. Yağmur yağıyordu, bazen şiddetli, bazense sakin sakin ve saatlerce. Ancak günler ilerledikçe canım da sıkılmıyor değildi. Elbisem gittikçe eskiyordu, içine sığamıyordum artık. Gittikçe büyüyordum, kardeşlerim de aynı dertten muzdaripti. Annem bir gün en sonunda bizlere bunun da geçici bir dönem olduğunu, büyümeye devam ettikçe daha güzel elbiselerimizin olacağını söyledi. Büyümeye deva ettim, elbisem yavaş yavaş tekrar yeşile döndü. Tomurcuk halime geri mi dönüyorum yoksa dedim ama o kadar irileşmiştim ki artık benden tomurcuk falan olmazdı...Limon ağacı üzerinde olduğumu biliyordum, heralde limona dönüşecektim ama limonun ne olduğunu hiç bilmiyordum. Yanı başımızda duran alaycı kiraz ağacının da kendisi gibi alaycı çocukları vardı. Onun çiçekleri de artık solmuştu, yavruları neye dönüşecekti onu da bilmiyorduk. Ama sürekli olarak bizimle dalga geçiyorlardı. Anneleri onların kıpkırmızı, küçücük meyveler olacaklarını söylemişti. Onlarda bizimle sürekli kocaman ve yeşiliz diye dalga geçiyorlardı. Bizim annemiz hiç bir ipucu bile vermiyordu. Zamanla gerçekten de kiraz ağacının dedikleri oldu. Kırmızı ve küçücük meyvelere dönüştüler. Sonra birgün bir grup insan gelip onların hepsini topladılar. Bizlerse hala küçük ve yeşildik. Kimse bizi toplamak istemedi. O yemyeşil günlerimi hiç unutamıyorum. Beyaz elbisemi çok sevmiştim. Beyazdan daha güzel bir renk olamaz gibi gelmişti. Oysa öylesine güzel, öylesine koyu bir yeşildim ki kendimle gurur duyuyordum neredeyse. Evet yuvarlağa yakın bir biçimim vardı ama rengimi çok beğeniyordum. Daha fazla renk değiştirmek istemiyordum. Ama kimse bizi toplamadığına göre heralde daha da büyümemiz gerekiyordu. Kim bilir belki de insanlar limon yemiyordu....Dış dünyamda bunlar olurken içimde de değişimler vardı. Sekiz ayrı odacığa bölmüştüm kendimi. Bu odacıkların her birinde kendimden parçalar vardı. İçlerinde su biriktiriyordum. Bir yandan da dışardan aldığım, bana fazla gelen bir takım parçaları da içeride topluyordum. Hücrelerim son hızla çalışıyordu. Odaların arasına duvarlar örüyordum. Odalarımı birbirinden ayırıyordum. Esasında bunu neden yaptığımı hiç bilmiyordum. Kardeşlerim de son hızla çalışıyorlardı. Gittikçe büyüyorduk, ama neden bu kadar çalıştığımızı hiç bilemiyorduk. Gündüzlerin sıcaklığı artık dayanılmaz olmaya başlamıştı. Annemiz bizi günün en sıcak saatlerinde yapraklarının altına saklıyordu. Günün ilk saatlerinde ve akşam üstleri ise güneşle randevumuz oluyordu. Ben geceleri daha çok doğayı dinliyor ve düşünüyordum. Bir gece kuşu ötüyordu, bir tırtıl yapraklarımızın üzerinden kayıp çimenlerin üzerine düşüyordu. Yılanlar, çiyanlar taşların altında uyukluyordu, farelerse tarlalarda cirit atıyordu. Böyle bir anda aklıma bir fikir geldi. Ben heralde ağaç olacaktım. Bu akdar çok çalıştığıma göre büyüyünve limon ağacı olmalıydım. Bu fikrimi anneme söyledim. Annem o güne kadar hiç yapmadığı birşey yaptı. Hafifçe gülümsedi ve cevap vermedi. Bu doğru muydu yanlış mıydı hiç anlamadım.

31 Ekim 2009 Cumartesi

Depresif

Şu anki ruh halime uygun fotoğraflar.... Ne yazık ki hem gezinin üzerinden çok zaman geçmesi nedeniyle, hem de dibe vuran moralim nedeniyle sizlere şu anda Norveç'i anlatabilecek gibi hissetmiyorum kendimi. Devamı için lütfen deviantart'a bakın.

Herkese iyi seyirler.




22 Ağustos 2009 Cumartesi

Datça


"Yoğun" iş takviminden zaman buldum, tatil fotoğraflarına daldım. Ama ne yazık ki ben gene denize gidince fotoğraf çekmeyi unutup sadece suya girmişim. Muhteşem Datça'dan size sadece bir fotoğraf gösterebiliyorum, ki o da çok enteresan birşey değil zaten. Ama bunun yanında Palamutbükü'nün deniz kokusunu, kabak çiçeği dolmalarınn, pazılı gözlemeleri, ve bir tutam eğlenceli anıyı doldurmuşum çantama gelirken, yapacak birşey yok, tek fotoğrafla idare edeceksiniz ne yazık ki.

Datça'ya gitmeden önce nerde olduğumu duysanız belki de beyniniz yerinden fırlar:) Oslo. Oslo ile ilgili detaylı bir yazı bu hafta içinde yolda olacak, fotoğrafları da yazı ile beraber:)

İznim bitti ne yazık ki. Artık pazartesinden itibaren iş başı. Zaten hava da serinledi. Artık sonbahar mı geliyor, yoksa ramazan geldi diye insanda ister istemez bir kış özlemimi doğuyor bilemiyorum. Peki insanın tam rejime girdiği sürenin ramazana denk gelmesi, ramazanda da güllaç olması, güllaçlara melül melül bakmanız  nasıl bir işkencedir.

Tatilde olanlara iyi tatiller, benim gibi çalışanlara ise kolaylıklar.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Sıcak

Sevgili okuyucu;

İstanbul'da sıcaklık dayanılmaz değerlere ulaştı bence. Küçücük odamda sanırım bu sıcaklığı daha da arttırıyor, nefes alamıyorum, dışarı çıkmaya cesdaret edemiyorum, pelte gibi yatıyorum. Yurtta kalmıyor olsam hemen klima taktırırdım bu odaya ama ne yazık ki böyle bir şansım da yok. 

Siz şehir dışında olanlar şanslısınız. Biz zavallılarsa burda eriyoruz. Bir an önce Eylül serinliğine ulaşmak dileğiyle....

 

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Kaş





Merhaba sevgili okuyucu;

Neredeyse iki aydır yazmıyormuşum. Bu hem biraz isteksizlikten, hem yazacak birşeyler olmamasından. Sıcaklarla beraber sanki hayat insanın üstüne daha da çok geliyor gibi. Ne fotoğrafa, ne flüte, ne akademik çalışmalarıma enerjim yok esasında. Öylece sonbaharı bekliyorum demek daha doğru.

Uğur askerden gelince biraz renklendi hayatım. Tatile bile gittik işe başlamadan önce. Tabi ki Kaş'tı ulaşmaya çalıştığımız nokta. Ve dimdirek gittik, orda burda zaman kaybetmeden. Ne yazık ki elimde çok fazla fotoğraf yok. Birkaç tanesini koyuyorum o kadar. Ama size şunu söyleyeyim, ben Haziran tatilini çok sevdim. Sıcaklar artmamış, nem seviyesi yükselmemiş, sahillerde çocukalrına avaz avaz bağıran anneler daha gelmemiş, çığlıklar atarak kaçan çocuklar da henüz okuldalar. Çok muhteşemdi Haziran ayı. Keşke her sene Haziran'da tatil yapabilsem.

Kafamda pek bir şey yok yazacak. Bir kaç fotoğrafı paylaşıp kaçıyorum. 

15 Mayıs 2009 Cuma

On the Road

"We were all delighted,  we all realized were leaving confusion and nonsense behind and performing our one and noble function of the time, move. And we moved!"

Jack Kerouac

14 Mayıs 2009 Perşembe

DÜNYA

YUVARLAK

BİR

TIMARHANEDİR....

5 Mayıs 2009 Salı

11

Şükürler olsun ki sadece 11 gün kaldı:) Hatta bugün sayılmaz bile:)

24 Nisan 2009 Cuma

İstanbul






Bir süredir hep İstanbul'la ilgili birşeyler yapmak istiyorum, ancak başaramıyorum. Çekilmemiş bir İstanbul karesi yoksa, ben onu nasıl yansıtacağım. Başkalarının yaptıklarını yapmaktan haz almıyorsam,  sürekli kafamı böyle meselelerle kurcalıyorsam dünyanın en çok fotoğraflanan şehirlerinden biri olan İstanbul'u nasıl farklı yansıtabilirim. Bilemiyorum.... Deniyorum. Yeldeğirmeni fotoğrafları Kaan, Altuğ ve Burcu ile çıkıp sucuk gibi ıslandığımız bir günden. Eminönü fotoğrafları ise yalnız başıma dolaşmaya çıktığım bir günde kalma. 


İyi seyirler....

13 Nisan 2009 Pazartesi

32

32- Isparta
31- Hatay
30- Hakkari

Az kaldı, 3lü sayılar da bitecek yakında:)

Bütün trafik kodlarını ezberledik nerdeyse.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Birşeyler çizdim ben


İyi ki Blues diye muhteşem bir müzik var; 
İyi ki Bulutsuzluk Özlemi diye muhteşem bir grup var; 
İyi ki İstanbul diye muhteşem bir şehir var;
İyi ki ay ve kediler var; 
İyi ki şarap diye muhteşem bir içecek var;
İyi ki hala birşeyler tasarlayabiliyorum. 



Çizemediğim için herkesten özür diliyorum, ama çok çabaladım, çabamı takdir edin bari:) Bir de ben bunu elimle çizdim, fotoğrafını çektim falan, belli zaten baya. Kesin bunun kolay bir yolu vardır. Güzel bir program vardır bunu yapan. Bilen varsa bana yardımcı olsun. Photoshopla çok zor olur gibi geldi bana:)

11 Mart 2009 Çarşamba

16 Mayıs

Evet sevgili okuyucu;

heyecanla bekliyorum. 

66 gün kaldı. 

Gel artık diye çığlıklar atmak üzereyim. 

Daha fazla özlemeye dayanamayacakmışım gibi hissediyorum.

Pffff.

6 Mart 2009 Cuma

Çiçek




Çok özel, çok güzel çiçekler. 

Lilyum.


28 Şubat 2009 Cumartesi

Acemi bir tiyatro izleyicisinin yorumları

Sevgili okuyucu;

Bu akşam daha önce yapmadığım bir şey yapayım ve size bu sezon izleidğim oyunlarla ilgili ufak bilgiler vereyim istiyorum. Bir yandan da benim naçizane görüşlerimi de okuyabilirsiniz. Dikkate de almayabilirsiniz, ben sonuç olarak öylesine bir tiyatro izleyicisiyim. 

Bu sezon şimdilik dört oyun izledim sadece. Bir tanesi Oyun Atölyesi'nin, biri Tiyatroadam'ın, biri Şehir Tiyatrosu'nun ve biri de Devlet Tiyatrosu'nun oyunu. Aşağıda maddeler halinde her bir oyunla ilgili görüşlerimi, kronolojik izleme sırama uygun olarak bulabilirsiniz. 

  1. EVLİLİKTE UFAK TEFEK CİNAYETLER: Eric-Emmanuel Schmitt'in yazdığı oyunu, bu sene Haluk Bilginer ve Vahide Gördüm'ün muhteşem performansı ile Oyun Atölyesi'nde izleyebilirsiniz, tabii bilet bulabilirseniz. Mayıs ayı biletlerini bulmak mümkün olabilir, sanırım 2 Mart'ta satışa çıkacakmış biletler. Haluk Bilginer evde bir kaza geçirip hafızasını kaybeden bir kocayı, Vahide Gördüm ise ona eski hayatlarını hatırlatmaya çalışan karısını canlandırıyor. Tabi ki ortada bir hafıza kaybı olunca karı koca ister istemez eski defterleri deşiyorlar, eski kavgalar, kırgınlıklar, mutlulular su üstüne çıkıyor. Evliliklerinin neden tepetaklak gittiği konusunda tartışıyorlar, birbirleri hakkında kimi gerçek, kimi gerçek olmayan, esasında belki de hepsi tamamen gerçek veya hepsi tamamen yalan olan saptamalarda bulunuyorlar. Oyunun hoş bir sonu var, ama eğer benim gibi önceden tahmin ederseniz o kadar da sürprizli olmuyor:) Oyunculukların mükemmel olduğunu söylememe tabi ki gerek yok. Karşınızda çok yetenekli iki oyuncu var, oyunu alıp götürüyorlar. Sanki gerçek bir karı-kocalarmış gibi aralarındaki gerilimi hissediyorsunuz, neler olacak diye geriliyorsunuz. Zaten bilemiyorum Haluk Bilginer'in ya da Vahide Gördüm'ün içinde olacağı ve başarısız olacakları bir proje olamaz sanıyorum. Benim oyunla ilgili sıkıntım daha çok metin ile ilgiliydi. Tiyatro için çok önemli bir eserdir eminim ama bana ne yazık ki o kadar da muhteşem bir metinmiş gibi gelmedi. Çevremdeki insanlar genelde kadın erkek ilişkileri her zaman böyledir zaten, muhteşem  saptamaları var diyorsa da bana nedense çok sıradan geldi kadın erkek ilişkisi ile ilgili yorumlar. Belki de dünya üzerinde kadınlara ve erkeklere dair söylenecek hiçbir şey kalmamıştır, hepsi birbirinin tekrarı olduğu için orjinal bir metin de bulunamıyordur, bu da bir yorum olabilir bence:)
  2. ALBAY KUŞ: Balkanlarda, savaş sırasında, hiç bir yerin ve hiçbir şeyin ortasında bir akıl hastanesi. Hastanede birbirinden enteresan altı adet akıl hastası, belki de onlardan daha da hasta bir doktor. Bir gün gökten bir sandık düşer hastanenin bahçesine ve olaylar gelişir... Tiyatro adam oyuncularının sergilediği oyunu Oyun Atölyesi'nde izledim. Akıl hastasını canlandırmak zordur bence. İnsanın yıllarca düşünse de empati kuramayacağı bir durum bu, sonuçta onu canlandırmayı düşünebildiğinize göre aklınız hala başınızda olmalı, oysa bir akıl hastası aklından belki de tamamen vazgeçmiştir, bunu bilemiyoruz. Diğer taraftan bir de canlandırmaya çalışırken yapmacık olma durumu söz konusu. Ne kadar hasta, ne kadar deli olacağınızı bilemeyebilirsiniz, fazlaca delirebilirsiniz sahnede. Bu da izleyici üzerinde olumsuz, sıkıcı, ruh karartıcı bir durum oluşturur. Oysa bu oyunda oyuncuların hepsi ne kadar hasta olacaklarını çok net bir şekilde bilebilmişler, gerekenden ne fazla, ne de azdı. Neredeyse bir perde boyunca konuşmadan duran bir oyuncu vardı, ama bunna rağmen oldukça hastaydı. Güldük, hüzünlendik, yok artık dedik. Biz bu oyunu gerçekten çok sevdik. 
  3. MERAKLISI İÇİN ÖYLE BİR HİKAYE: Sait Faik sever misiniz? Öykülerini okuyup bir vapura binip Burgaz'a gitme isteği duyar mısınız? Balıkçıların ağlarını, tuzları, martıları, köpekleri, Karaköy'ü, Taksim'i özler misiniz? İşte Meraklısı için öyle bir hikaye sizi Sait Faik'in muhteşem öyküleri eşliğinde bir İstanbul turuna çıkarıyor. Kah üstadın iç dünyasına iniyorsunuz, mezarlıktaki konuşmalarına tanık oluyorsunuz, kah Zeyrek Yokuşu'nu tırmanıyorsunuz Sait Faik'in yanında. oturup Orhan Veli ile bir kadeh rakı içiyorsunuz. Yanınızda hep onun iyimserliğini de taşıyorsunuz ordan oraya. Sait Faik'in öykülerinden büyük adam Savaş Dinçel'in uyarladığı, ölene kadar da bizzat kendisinin oynadığı bir oyun bu. Şimdi de sayın Naşit Özcan devam ediyor Savaş Bey'in ardından. Önce tek kişilik oyun diye biraz temkinli davrandım, sıkıcıdır belki diye düşündüm, ama oyun bittiğinde biraz daha istiyordum. Daha pek çok hikayesi vardı üstadın. Salep güğümününde yanından geçseydik ya. İki öykü daha koysalardı keşke. Oyun iki dakika bari daha uzun olsaydı diye düşünüp durdum. O kadar istedim ki bitmemesini, hep o salonda kalmayı. Eğer Sait Faik'in öykülerine biraz da aşinaysanız çok keyif alacağınız bir oyun. Hatta bir kaç kere gitmeyi bile isteyebilirsiniz. Zannediyorum ki benim bu sezon izlediğim en iyi oyundu.  
  4. SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ: Neden böylesine taktığımı hatırlamıyordum ama bir ara Saatleri Ayarlama Esntitüsü bende takıntı haline gelmişti, bir şekilde de Eskişehir'de baskısını bulmakta zorlanıyordum. Uzunca bir süre aradıktan sonra bulmayı başardım. Tatile çıkıyorduk, yeteri kadar kalın bir kitaptı, bir tatilde yeterdi bana. Ama ne olur ne olmaz diye bir kitap daha almıştım yanıma: Jül Sezar. Büyük bir merakla önce Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne başladım ama dili o kadar eski gelmişti ki bırakıverdim kenara kitabı. Belki de Kemer'in aşırı sıcağı beynimin pelteleşmesine sebep olmuştu bilemiyorum (Sevgili okuyucu Kaş'a hayran olmama rağmen Kemer ve Olimpos'tan hiç haz etmediğimi seninle paylaşmış mıydım?) Önce Jül Sezar'ı okudum, oysa incecik kitaptı bitiverdi. Kaldım Tanpınar'la başbaşa. Bu arada Kemer' den Kaş'a geçmiştik, artık algılarım açılmıştı sanırım. Bir müddet okuduktan sonra dil ile ilgili sıkıntılarımı da çözmüştüm. Artık "mamafih, azizim" diye konuşuyordum ve annemlerde benimle dalga geçip duruyorlardı. Tanpınar çok güzel bir dönem eleştirisi yazmış, hatta bence sadece dönem eleştirisi değil, toplum eleştirisi de denilebilir buna. Kitabın yazılmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen Türk insanı olarak hala aynı yerde olduğumuzu görebilirsiniz. Öte yandan bu eleştiri çok komik bir hikaye etrafında yazılmıştı, bazı yerlerde gülmekten karnıma ağrılar giriyordu. Laf arasında eğer okumadıysanız kitabı hemen önereyim ve oyuna geçeyim. Devlet tiyatroları bu oyunu bu sezon sahnelemeye başladı. Önce çok heyecanlandım ama pek tabi ki bir müddet bilet bulmak mümkün olmadı. Daha sonra gazetede çok başarılı bir uyarlama olmadığı yönünde bir eleştiri okuyunca da nedense oyuna ilgimi kaybettim. Geçen ay dayım çok güzel olduğunu söyleyince hemen gitmeye karar verdim. Oyuna haksızlık etmeden nasıl yazacağımı bilemiyorum, herşeyden önce kitap tabi ki çok kalın ve ağır bir kitap, ama çok önemli bazı noktalar atlanmış gibi geldi bana. Detaylarını çok net hatırlayamadığım bir Mübarek meselesi vardı mesela, biraz üstünden geçilmiş gibi geldi, aynı şekilde enstitünün yaptığı işler sadece ceza yazmak değildi, pek çok şey vardı. İki saate nasıl sığdırılırdı bilemiyorum, belki arkada bir barkovizyon şeklinde geçebilirdi ama ben tabi ki bu işleri bilemem. Genelde  kitap uyarlamaları kitapları okuyanları üzer biraz, benim içinde öyle oldu. Öte yandan oyun gerçekten çok komikti. Bazı sahnelerde gülmekten karnıma ağrı girdi (Evet bunu iki kere yazdım, yaptım bunu) Nispeten genç bir oyuncu kadrosu vardı, son derece dinamiklerdi,  süper tepkileri vardı. Kitabı okumadıysanız kesinlikle izlenmesi gereken, okuduysanız da birazcık kendinizi açık bırakarak rahatlıkla keyif alacağınız bir oyun olmuştu bence.

Haftaya gene Oyun Atölyesi'nde Testosteron'a gidiyorum. Onunla da ilgili yazı yazarım sanıyorum. 

Lütfen yazdıklarımı ukalalık olarak almasın kimse, bunlar sadece kişisel görüşlerdir.

Laf tiyatrodan açılmışken Gazanfer Özcan'a Allah rahmet eğlesin diyorum. Yeri doldurulamayacak birisini daha kaybettik ne yazık ki.

İyi geceler
 

21 Şubat 2009 Cumartesi

Sorualr fln

  1. Şarap nasıl  bu kadar baş döndürüyor?
  2. Yanında yediğim kuru üzümlerin etksi olabilr mi?
  3. uur bugün nedejn hiç aramadı?
  4. Gossip girl'in yeni bölümü ne zaman çıkacak?
  5. Haftaya kim bnmle fotoğraf çekmek ister?
  6. Şarap neden böle?
  7. Peki kurus kayısı da etkiliyhor mu beni?
  8. TAnrım 45 dakikada 4 kadeh içtim
  9. UUr beni ne zmn arıcak peki?
  10. İmsaN SEfgilisinden bişi saklar mı?
  11. galib a kusucam
  12. acaba yazdıklarım okunuıtyor mu?
  13. xoxo gossip girl?
  14. keşke gossip gilrim yeni bölümü olsa
  15. keşke sefgilim artık gelse
  16. insan sefgilisinden bilgi saklar mı?
  17. insan  blogun abu kadar seyrek yazar mı?
  18. xoxo sezen yıldırım
  19. uur areardı

24 Ocak 2009 Cumartesi

Yemin Töreni






Geçen ay Uğu'un yemin töreni için İskenderun'daydım. İşte size birkaç kare ordan. 
Ne yazık ki ne İskenderun'u, ne de Hatay'ı doğru dürüst gezemedik. Zamanımız çok kısıtlıydı zira. Yalnız Hatay'da Harbiye'ye gittik. Ama nasıl kebaplar yapıyorlar anlatamam. Keşke daha uzun süre kalıp gezme fırsatımız olsaydı. Hatay'a gerçek bir gezi düzenlemek farz oldu artık. Bir de söylemeden geçemeyeceğim, Hatay'da minibüsten inerken öyle bir düştüm ki elim hala acıyor, omzum günlerce ağrıdı ve kafam şişti. 
Hatay'da pek otobüs göremedim, herkes minibüsle sağlıyor ulaşımını. Havaalanına ulaşmak çok zor bence.  Otostop çekmek zorunda kalıyorsunuz ya da eğer cesursanız 5 km yürürsünüz bilemeyeceğim. Hatay'dan Havaş kalkıyormuş ama biz bulamadık. 
Hatay'la ilgili ilk izlenimim gerçekten de rüya gibi bir şehrin mahvedildiği yönünde. DAha çok büyükçe bir kasaba gibi. Çok pis görünüyordu. Ama dediğim gibi çok fazla gezemedim, peşin hükümlü olmak istemiyorum.
Sokaklarda herkes Türkçe ve Arapça'yı rahatlıkla konuşuyor. Esasında enteresan geliyor insana etnik zenginlik. 
Yani kısaca Hatay'a tekrar gitmek şart. Uğur dön de artık gidelim bence:)