19 Mayıs 2012 Cumartesi

19 MAYIS



Söyleyeceğim şey hayli net ve yalın esasında. Şu anda sahip olduğunuz herşey evet herşey. Bu topraklar, anneniz, babanız, kardeşiniz, arkadaşlarınız, diliniz, dininiz, dolabınızdaki onlarca giyeceğiniz, mutfağınızdaki yemeğiniz, işiniz, eğitiminiz, soluduğunuz hava, ve tabi ki özgürce(!) dile getirdiğiniz onca düşünce, hepsi ama hepsi 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkıp Kurtuluş Savaşı'nı başlatması, Anadolu halkının, atalarımızın da gözünü kırpmadan peşinde gitmesi, Hasan Tahsin'in ilk kurşunu sıkarken bir an bile düşünmemesi sayesinde olmuştur. Atatürk'e, Cumhuriyet'e ve kazanımlarına saldıracağınıza keşke o kazanımların sizleri getirdiği yerleri görebilseniz. 

Sözlerimi anlamayan tonla insan olduğunu zaten biliyoruz, ama biz geri kalanlar, Atatürk'ün çocuklarıyız, onun açtığı yolda gösterdiği hedefe doğru ilerlemeye devam edeceğiz. 

Hepinizin 19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA, GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI'nız kutlu olsun. Bir milletin atalarını anması için kimseden izin alması gerekmez. Siz de izin beklemeyin, yasak dinlemeyin.  

18 Mayıs 2012 Cuma

Nisan Sonu Bodrum Gezisi

Nasıl anlatsam, nerden başlasam.... Hep Bodrum'u o çılgın kalabalığından soyutlanmış bir zamanda görmek istemişimdir. Gece hayatına, hareketli tatile bayılırım ama gene de bu tür tatil yerlerini sezon dışında görmek çok ayrı bir keyif oluyor. Nisan ayının sonunda böyle bir şansımız oldu, doğum günümü de vesile ettik, 3 gün bodrum kaçamağı yaptık. 

Birinci gün Bodrum'un içini, kalesini gezdik. Zaten kaleyi uzun uzun gezince bütün bir gününüzü alıyor. 
İkinci gün denize girelim dedik Ortakent'e gittik. Ben suya girip çıktım aşırı soğuk ama çok güzeldi. Uğur girmedi. Sahilde yattık, kitap okuduk. Bir de Bodrum'un insanı sersem eden rüzgarından nasibimizi aldık. Üçüncü günse öğlen Gümüşlük'e gittik, denize ayaklarımızı soktuk, ben gözleme diye tutturdum gözleme yedik. Akşama doğru Bodrum'a geri dönünce de üstümüzü değiştirdik ve kutsal doğum günü kutlamaları için kendimizi marinadaki Vespa Cafe'ye attık. Yelkenlileri kıskandık. Ben önceki gün marinadaki satılık yelkenlilerden birinin fiyatını sormuştum, 10 metrelik yelkenlisinin fiyatını adam bana resmen söylemedi, bir ton gevezelik yaptı siz zaten alamazsınıza getirdi. Ben de sinirlendim alacağımdan değil merakımdan sordum dedim. 1997 yapımı 10 metre yelkenli 60-70 bin civarında olmalı gibi gözüküyor, artisliğin kime amca demek istedim ama terbiyem elvermedi ki işte. Adamın züppeliğinin dedikodusunu yaptık. Şarap içtik, geyik yaptık. Gece de otobüse binip evimize geri döndük. Uçakla gitmememiz bir eksiydi çünkü Bosrum çok uzak ama açıkçası bir fırsat sitesinden aldığımız indirim kuponları ile iki kişi gidiş dönüşü çok ucuza getirdik, hadi dedik 12 saatten bişey olmaz. 


Bodrum tabi ki çok tenha olmuyor, terk edilmiş gibi de değil. Ben nisan ayında Bodrum'a bayıldım. Yalnız şunu da söylemeden geçemeyeceğim, şu esnafımız hala turisti kazıklayalım oalyından vazgeçmediler. Bir gece iki bira bir patatese 30 lira para aldılar. Biralar 8 lira ama uyduruk patatese 12 lira ne demek. Bu arada hesap 28 lira gelmedi, 30 lira geldi. Yani adam kafasına göre servisi de koymuş üstüne. Sonra da ağlıyorlar var efendim neden böyle turizm niye bitiyor diye. Daha bunlar iyi günleriniz beyler, daha çook ağlarsınız siz. 


Sakin, kafanızı dinleyeceğiniz bir kaçamak arıyorsanız sezon açılmadan atlayıp gidin Bodrum'ai bence pişman olmazsınız.


Herkese iyi haftasonları dilerim.


Not: Hafif hafif gezelim diye fotoğraf makinalarımızı götürmedik, fotoğraflar da sadece kompakt makinamızdan. Bu da farklı bir kafaymış:)



 Bağ bozumu betimlemesi: Herkes zevkine düşmüş:) C'est la vie.

Amforalar konsey toplantısı. Biz demedik duvarda böyle yazıyordu:) Sandalyede oturan konsey başkanı

Gümüşlük

Ortakent


 Kaleden görünüm
 Bir gün birisi benim olacak, basıcam rüzgarı, basıcam rüzgarı, o ada benim bu ada senin yelkovan kuşlarının peşi sıra
Birer kadeh şarap alır mısınız?

Bodrum'da gün batımı ayrı güzel.





15 Mayıs 2012 Salı

Beyrut 3. Gün: Anjar, Ballbek, Ksara

Beyrut'ta son günümüze geldik. Bugün uzun bir mesafe bizi bekliyor. Baalbek'e, esasında daha bilindik bir ifade ile Bekaa Vadisi'ne gideceğiz. Esasında bizi Fadi götürmek istiyor gene, önceki günkü taksicimiz. Ama o arabanın toplamda 350 km gibi bir mesafeyi gedeceğine ben inanmıyorum. Araba gitse bile Fadi'nin kullandığı bir araba ile gitmek istemiyorum. Bu sefer otelden taksi çağırıyoruz. Kafamız rahat ediyor böylece. Hem konforlu bir taksi bu, hem de şöforümüz Fadi gibi zıpçıktı bir tip değil, sakin sakin kullanıyor arabayı. Gereksiz muhabbetlere de girmiyor ama İngilizcesi anlaşılır. İsmi Adel. Bugün göreceğimiz üç nokta var, Anjar, Baalbek ve Ksara. İlk durağımız Anjar. 

Yolun ne kadar sürdüğünü hatırlayamıyorum esasında. Bütün gün yoldayız zaten. Beyrut'tan biraz çıktıktan sonra Orta Doğu'yu hissetmeye başlıyorsunuz. Etrafta asker kontrol noktaları çok fazla. Zaman zaman arabaları durduruyorlar, bizi hiç durdurmadılar. Üstelik kocaman reklam panolarında hep mayın temizleme ile ilgili fotoğraflar ve yazılar vardı. Yazılar hep Arapça ama tahminimce çalışıyoruz, temizliyoruz gibi şeyler yazılıyordu. Yol boyunca pek çok kasabadan geçiliyor. Hepsinde de esasında Orta Doğu'ya has düzensizlik var. Müslüman kasabaları da, Hristiyan kasabaları da hep biz toz bulutu altında, düzensizlik hat safhada. Tarlaların etrafındaki çadırlarda kalan insanlar var. Çoğu Filistin'den gelen ve Lübnan'da da ülkesiz kalan insanlar. Buralarda fakirlik oranı yüksek. Beyrut'ta gördüğümüz hayatla buradaki çok farklı. Üstelik Beyrut'ta Müslüman kadınlara karşı herhangi bir baskı hissetmezken burda en azından geleneksel olarak bile olsa Müslümanlığın kılık kıyafet anlamında bile baskı unsuru olduğunu görebiliyorsunuz. Bu tarafa sıcak havalarda şortla falan gitmenizi hiç tavsiye etmem. 



Anjar harabelerinin bir kısmı ayakta esasında. Çok büyük bir şehir değilmiş, yanlış hatırlamıyorsam iki ayrı şehrin ve yapının üst üste binmesi ile oluşmuş. Bence Anjar'ın en ilginç yanı Ermeni nüfusu. Adel burada çok fazla Ermeni'nin yaşadığını söyledi. Zaten 24 Nisan üstü gittiğimiz için her tarafta soykırım tabelalarını görmek mümkündü. Ne yazık ki yaşanılan acılar hakkında çok fazla konuşamıyoruz. Ya aşırı milliyetçi görünüyoruz ya da Türkiye'den ve Türklerden nefret edermiş gibi. Her iki tarafında mutlak surette yaşadığı acılar var, bunları dile getiremiyoruz. Nasıl Türkler arasında bu böyleyse Ermeniler arasında da böyle sanırım. Onların da aşırı mülliyetçileri var. Benim Türkiye'de yaşayan sağduyu sahibi Ermeni tanıdıklarım var, Türkler de var. Ama Lübnan'daki Ermenilerle durum daha farklı galiba. Onlar bir de ülkelerinden uzaklaştıkları için mutsuzlar. Neyse. Açıkçası en son isteidğim eşy zaten Lübnan'da böyle bir konuyu tartışmak. Adel'de bu konuyu konuşmaya hiç hevesli değil. Sakin bir insan. Bilmediği konularda da pek atıp tutmayı sevmiyor. Harabelerin çıkışında bir adam arabasının arkasında kurutulmuş meyve ve kavrulrmuş badem satıyordu. Tatları hayli güzeldi ama bir şekilde kazmalığım tuttu, hiç alamadım. Sonradan da resmen üzüldüm. Özellikle bademler çok iyiydi.

Anjar'dan Baalbek'e hayli uzun bir yol gidiyoruz. Yol boyunca gördüğümüz manzara pek değişmiyor. İlk baharda gittiğimiz için yemyeşil olan Bekaa Vadisi bir anlamda gözüme büyüleyici gözüküyor. Ama çevrenizi kuşatan fakirlikten, silahlardan kendinizi soyutlamanız hayli zor. 



Baalbek'e ulaştığımızda ise bizi çok farklı bir atmosfer sarıp sarmalıyor. Daha girişe ulaşamadan size 3 doalra Hizbullah tişörtü satmak isteyen pek çok satıcı var. Buralar gerçekten de onların kalesi. Her ne kadar Adel burda yaşayan herkesin Lübnan'lı olduğunu söylediyse de, okuduklarım doğrultusunda çoğunun buraya iç savaştan önce gelen Filistinliler olduğunu anlıyorum. Açıkçasını söylemem gerekirse normalde beni insan hayatı ehr zaman daha çok etkiler harabelere göre ama Baalbek'e kayıtsız kalmak mümkün değil. Bir an önce içeri girmek istiyorum. 

Öncelikle Baalbek bir yerleşim bölgesi dğeil, sadece ibadet bölgesiymiş. İçeri girdiğimde böylesine büyük bir tapınak Türkiye'de yok diye düşündüm. Sonra öğrendim ki bırakın Türkiye'yi, böylesi bir tapınak Roma'da da yokmuş. Roma Dönemi'nde yapılan en büyük tapınakmış. Üstelik bir tapınakta değil. Bir tanesi Jupiter yani Zeus'a, diğeri de Bacchus yani Dionisos'a adanmış devasa iki tapınak. Bacchus tapınağı bitmiş ancak Jupiter tapınağı bitmemiş, Roma'lılar Hristiyanlığı tercih etmişler. Bunun üzerine Hristiyanlığa uygun bir yapıya dönüştürülmüş. Baalbek'teki tapınaktan zenginlik aktığı belli. Bulunan heykellerin bir kısmı gene Ulusal Müze'deydi. Müzeye götürülmeyenlerdeki taş işçilikleri ise gerçekten de inanılmayacak kadar detaylı. Moğol istilaları zamanında bir de cami yapılmış ama caminin hiç kalıntısına ulaşılamamış, sadece bir kaç sütun kalmış. Tapınakta kullanılna bazı taşlar 1000 ton ağırlığındaymış. bunu söylemem de ayıp belki ama 1000 tonluk taşları basit makara, palanga sistemleri ile yerlerinden kaldırıp tapınaklar diktiklerine de inanamıyorum ben o insanların. Bir de o zamanlar kölelik var, insan canı kıymetsiz diyorlar (şimdi çok kıymetli ya özellikle Tuzla tersanelerinde, kot taşlama atölyelerinde falan). Hadi öyle olsun ama o zaman dünya nüfusu ne kadar ki? 

Jupiter Tapınağı'nın ayakta kalan sütunları


Bacchus Tapınağı

Sütunların yüksekliği ile insanları oranlayabilirsiniz.

Bir de özellikle Bacchus Tapınağı böyle iyi korunmuş bir şekilde bulunmamış, hayli yıkık dökükmüş. Ama arkeologların özverili çalışmaları sayesinde bu hale gelmişler. Ayrıca Baalbek'in dışında da bir Venüs tapınağı var ama çok fazla satıcı vardı etrafta ben biraz huzursuz olduğum için hızlıca yürüdük sadece. 

Burada sanırım 2-3 saat gibi bir süre geçirdik ve artık çok acıktık. Adel acıktınız mı dedi, evet dedik. Bakın burda çok meşhur bir yer var herkes oraya geliyor bir tadına bakın beğenmezseniz yemezsiniz dedi. Olur dedik. Safiha Baalbakieh denilen, bizim kıymalı pidenin küçük halleriymiş çok meşhur yemek. Şurada fotoğrafı var bakın. Kıymalı pideden biraz daha yağlı. Siparişi Adel verdi ama devasa bir tabak dolusu geldi önümüze. Ağırlığına göre hesap ödeniyormuş. 600 gram civarı sipariş verdim dedi. Dedim burda rahat 1.5 kg pide var. Meğer kıymanın ağırlığıymış o. Tabi ki o kadar çok pideyi yiyemedik. Paket yaptık ama sonra da yiyemedik zaten o gün son gecemizdi. Adel ülkenin politikası ile ilgili konuşmayı seviyor gibi. Hani bizimkiler Arap dünyasında çok seviliyoruz diyorlar ya. Evet seviliyorlar ama özellikle Suriye ile yaşadığımız gerginlik nedeniyle onlar da bize şüphe ile bakıyorlar. Adel'in söylediği bir laf çok hoşuma gitti ama. Türkiye'nin, Ürdün'ün, Suriye'nin ve Lübnan'ın insanı birbirine benzer dedi. Kendilerini Arap'lardan ayrı tutuyorlar. Gerçekten de onlarda bizler gibi. Arap değiliz diyorlar, Avrupalı falan da değiller tabii. Arada kalmışlık onlarda da var. Suriye ve Ürdün'ü neden dahil etti bu listeye bilemiyorum her ikisinden de kimseyi tanımadım.
Bekaa yemyeşil, Bekaa gerçekten de insan eli değmezden önce çok güzel. Ama yılların yorgunluğu var üzerinde. Arkada gördüğümüz tepeler heralde Golan Tepeleri. Üzerleri hala karla kaplı. Hala hüzünlü. 




Bir sonraki durağımız ise şarapları ile ünlü Ksara Şatosu. Adel yolları az biliyor, biraz dolanıyoruz o yüzdne sürekli ama pek şikayetçi değilim durumdan. Etrafı görmeyi seviyoruz.  Ksara'ya saat 6 gibi ulaşabiliyoruz zaten saat 6da kapatıyorlarmış. Ne yazık ki mahzenleri gezemedik. (Kapadokya'da da gezememiştim ben). Cabernet Sauvignon severim ama Cabernetleri çok sert geldi. Açıkçası taa Beyrut'tan Türkiye'ye taşıdığımıza değecek bir şarap yoktu. Hani bizim şaraplarımız gibiydi. Bir şişe aldık gene de ayıp olmasın diye. Ama esas bomba arak tabi ki. Esasında tadını bilmiyoruz, bu markayı hiç içmedik ama methini duyduk. Ksarak marka araktan da bir küçük attık çantaya. Henüz onu da içmedik. Güzel bir yemekle içmeyi planlıyoruz tabi ki. 

Otele döndükten sonra hazırlanıp akşam için çıktık. Her ne kadar gittiğimiz yol uzak olduğu için yorucu gibi gözükse de vücut yorgunluğunu o kadar çok hissetmiyoruz. Geç saatte yediğimiz pideler yüzünden de karnımız tok, bizim de bu geceki hedefimiz Buddha Bar. Ay şekerim haer yaer Tuurk demek istiyoruz. Dah önce de dediğim gibi, Hamra'dan Downtown'a yürümek 40 dakika gibi bir süremizi alıyor. Akşam serinliğinde sakin sakin yürüyoruz ama koşturmadan. Zaten nereye koşturacağız? Bir çift güzel akşam ayakkabısı getirmişim, onlarda ayaklarımı kemirmiş resmen. Buddha Bar esasında rezervasyonla çalışıyor ama hem o günün pazartesi olmasına güveniyorum, hem de arkadaşımdan aldığımız taktikle süslenip püslenip gidiyoruz. Kapıda bira içip çıkacağız demeyi planlıyoruz. Ki zaten amaç bu. Ama yolda beklemediğimiz bir şey oluyor. Karnı tok olmasına rağmen Uğur'un şekeri düşüyor, ki uzun süredir bu kadar fenalaşmamıştı, soğuk soğuk terliyor falan. Ne yazık ki etrafta ne açık bir market, bakkal var ne de yanımızda ağza atacak en ufak bir şey. Üstelik taksi bile geçmiyor. Sarayın önündeki havuzun kenarına oturup tekrar normale dönmesini beklemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Terlemesi falan geçince de bu sefer müthiş bir açlık hissediyor. O zaman diyoruz önce Le Chef'e gidelim, ne de olsa dün gidememiştik. İçerde boş masa yok, sıra bekliyoruz. Dükkan küçücük olduğu için de kapının önünde bekliyoruz. O sırada 4 kişilik bir grup geliyor, içeri giriyor ve boşalan masaya çörekleniyorlar. Rengimin falan kaçtığından eminim. Ben hiç bir yerde yemek için sıra beklemem İStanbul'da falan ama burada bekliyorum çünkü Beyrut'a bir daha gelemem. Ve siz sıraya falan aldırmadan geçip oturuyorsunuz. İşte tam bu noktada oteldeki kızlar belki de haklıydı diyorum çünkü bu ufak kıro grup ne yazık ki Türk. Neyse ki sonra bize de yer açılıyor. El yazısı ile yazılmış Fransızca menü ile boğuşuyorum ama işin içinden çıkmak çok zor. Üç kuruşluk Fransızcam tabi ki bamyanın anlamını bilmiyor. Garsondan İngilizce menü istiyorum, ingilizce yok size Türkçe vereyim diyor ve gerçekten de iyi kötü çevrilmiş bir Türkçe menü getiriyor. Daha da komiği Fransızca menüden kendisi bize Türkçelerini söylüyor ve bakın çok kolay diyor. O söyleyince çok kolay tabi. Yemeklerimizi yiyip us bardağında kıraathane usülü çayımızı içiyoruz. Beyrut'ta Le Chef çok meşhur, özellikle Vedat Milör'ü izleyen herkesin dilinde. Ben özel bir tat aldım mı? Hayır. Kötü müydü? Asla değildi. Ama abrtıldığı kadar değildi bence. Açıkçası Beyrut'ta Stamboli Kebab kadar iyisine rast gelmedim diyebilirim. Ama Le Chef için şunu söyleyebilirim ki esnaf lokantasında arak içmek muhteşem bir duygu. 

Kıraathane usulü çay:)


Artık Le Chef'ten çıkınca Buddha Bar'a gitmiyoruz çünkü sabah 6da uçağımız var, bu da 3 gibi kalkacağımız anlamına geliyor. Zaten saat neredeyse 12 olmuş, anca otelimize döneriz diyip yola koyuluyoruz. Son Beyrut gecemizin tadını çıkarak ıssız sokaklarda yürüyoruz. 


Bu uzuuun yazılarımı kısaca toparlamak isterim ki bence Beyrut;

  • Devasa bir şantiye alanı, ne yazık ki güzelim şehirlerine yazık etmişler.
  • İstanbul'da yaşayan insanların gece hayatı muhteşem demesini algılayamadım. Evet gece hayatı var ama zaten 2 milyon nüfusu var bu şehrin, yani hayli boş barlardan bahsediyorsunuz.
  • Nargile tüketimi çok fazla. Yemekle beraber nargile içiyorlar, kadın erkek. 
  • Yemekleri güzel, Avrupa'da zorlanıyorum yemek yerken ama burda hiç zorlanmadan yiyebildim.
  • Taksiler 2012 senesinde Byblos turu için 100 dolar, Bekaa içinse 150 dolardı. Yalnız Bekaa'da bazıları Ksara'ya gitmiyormuş, binerken emin olmakta fayda var. 
  • Dönerken hiç hediyelik eşya almamışız ama gözümüze çarpan ilginç bir şey de olmadı.
  • 2 milyon nüfusa karşılık 8 milyon araba kayıtlıymış trafiğe. Korkunç trafiği açıklamaya yeter mi bilemedim.
  • Heralde en az 10 milyon konut vardı. Özellikle geceleri bir sürü bomboş ışıksız bina görebilirsiniz.
  • Savaş zamanları hakkında konuşmayı pek sevmiyor insanlar. Onun haricinde muhabbetleri iyiyidi. Hatta çok gevezeleri bile var.
  • Downtown ve St. George Bay aşırı lüks. Doğu'nun Paris'i lafı burdan geliyor heralde. Sevdim mi? Yok.
Sonuç olarak bunlar tamamen kişisel görüşler, gidip görmeden kimse anlayamayacaktır ama ben biraz abartıldığını düşünüyorum Beyrut meselesinin. Arap baharı orayı da vurmadan görmek istedim. İyi ki de görmüşüm diyorum. Ama özellikle çoğu blog yazarının çok abarttığına inanıyorum ve Beyrut'u sadece Downtown ile, bir kaç güzel restaurantı ile tanıtanları kınıyorum. Bekaa'yı anlatmadan Beyrut tam olmaz.

11 Mayıs 2012 Cuma

Beyrut 2. Gün: Jeita Grotto, Byblos, Harissa



Ayaklarımızın altını şişiren birinci günümüzden sonra bugün sırada Dünyanın en büyük mağaralarından biri olan Jeita Grotto, en eski yerleşim birimlerinden birisi Byblos ve Harissa var. Sabah kahvaltısında otelimizde kalan hanım kızlarımızın Buddha Bar’daki Türklerden şikayetlerine kulak misafiri olduk ayyy her yer Tuuuurk şeklinde konuşan bu hanım kızlarımızda Türktü tabi ki ve ben de sağlı sollu dalma isteği uyandırdılar. Kahvaltıdan sonra otelin önüne çıkınca önceki gün gördüğümüz taksicilerden birisi ile pazarlık etmeye başladık. Annemden aldığımız bilgi doğrultusunda bu gezinin 100 dolar olduğunu biliyoruz. Aşağı inebilir miyiz bilmiyoruz (karı koca çok kazmayızdır pek pazarlık yapamayız.) ama en azında ödeyeceğimiz maksimum rakam bu.  Bir de Beyrut’a gidenler hep taksilerinin Mercedes falan olduğunu anlatıyorlar ama ben bunu anlamıyordum. Ne alaka diyip durdum. Bizim konuştuğumuz taksici aşağı yukarı bizim yaşlarımızda, fırlama bir Arap delikanlısı. 120 dolardan 110 dolara indi, Uğur 100 olsun düz olsun dedi olurdu olmazdı derken kendimizi takside bulduk ve o an Mercedes’i anladım. Bu taksi 1985 model bir Mazda. Araba benimle yaşıt neredeyse. Beyrut trafiği malum, gideceğimiz yerin neresi olduğunu da bilmiyoruz ama bindik bir alamete. Fadi sürekli ama sürekli konuşuyor. Kendi çapında fena olmayan bir ingilizcesi var ama arabanın içindeki gürültü seviyesinde Fadi’nin söylediklerini anlamak çok zor. Fadi de bizi anlamıyor ama susmuyor da. Sürekli bir neee, kim demiişşş hali var aramızda. Fadi bizi önce Jeita’a götürüyor. Jeita yolu bana bizim Oylat civarını hatırlattı.
Ben Pan'a benzettim ama???

Gerçekten de yemyeşil, bir ırmak akıyor. Yol biraz virajlı ama hayli güzel bir manzara var. Jeita’nın girişi kişi başı 12 dolar. Biliyorum bir mağara için çok geliyor kulağa ama içeri girince verdiğiniz parayı unutuyorsunuz bile. Jeita iki katlı dev bir mağara. Üst kat her zaman ziyaretçilere açık, alt kat ise zaman zaman kapanıyormuş. Üst mağaraya teleferikle çıkılıyor. İçerde fotoğraf çekmek yasak, makinalarınızı cep telefonlarınızı falan hep kilitli bir dolaba bırakıyorsunuz girerken. Mağaranın içinde ölçülerle aram biraz kötüdür ama yaklaşık 250 metre sanırım yürüdük biz. Yolun sonundan sonra hala mağara bitmemişti ama  ilerlemenize izin verilmiyor. Bu mağara Alanya’daki Damlataş mağarası ile aynı oluşum. Sarkıtlar ve dikitler var ama bunu Damlataş ile kıyaslamak hayli yanlış olur. Damlataş bunun yanında sayılmaz ki. Dikitler devasa boyutlarda. Aşağı yukarı 12000 sene öncesine tarihleniyorlar. Öyleki bir sarkıt mesela erinde kopmuş, düşmüş. Üzerindeki oluşum devam edip tekrar tepeden gelenle birleşmiş. Gerçekten de hayatımda böyle bir doğal oluşum görmemiştim. Bu arada oteldeki kız topluluğunun biraz daha salakları burda da vardı. Son moda kıyafetleri ile mağara gezmeye gelmişler, Allahım ne kadar eğleniyorlar falan. Bazen gerçekten de biz Türklerin davranışlarını görünce Allahım yarattın neden takip etmedin diyorum. Mağaraya parmak arası sandaletle veya poponun altında biten şortla gelmenin mantığı nedir arkadaşım? Ya o açıkta kalan poponu akrep soksa? Ah keşke soksa mı demeliyim acaba bilemedim ki? Neyse. Teleferikle çıktık, trenle veya yürüyerek inilebilir. Ben tabi ki trene bindim. Çocukluğumdan beri böyle oyuncak gibi görünen trenleri çok severim. İndiğimiz yerde de alt mağarayı geziyoruz. Alt kata da makina sokmak yasak ama bu sefer başınızda dikilip herşeyinizi kontrol eden görevliler yok, belki profesyonel makina ayıp olur da bence en azında telefonunuzu sokup çekim yapabilirsiniz. Biz sokmadık çünkü çok nizami insalarızdır. Ama pişman olduk resmen. Alt mağarada kayıkla ufak bir tur atıyorsunuz çünkü burasının içinde bir göl var. Bu kat ise içerdeki su seviyesine göre açılıyor, biz şanslıydık. Ben kendimi miteolojideki yer altı gölünde gibi hissettim. Yolun sonu Kerberos’a çıkacak diye endişelenmedim desem yalan olur. Çok güzel ve farklı bir deneyimdi, esasında dönüp tekrar kayığa binip bir tur daha atmadığıma pişmanım. Bir de tavsiye ne yapıp edin kayığın en önüne oturun. Biz şans eseri oturduk ama iyi ki oturmuşuz. Kayıklar 10 kişilik galiba. İkişer ikişer oturuluyor. Elektrik motoru kullanıyorlar, tamamen sessiz.
Jeita’dan çıktıktan sonraki durağımız Byblos. Durak dediysem aşağı yukarı 80 km ötede bir durak burası. Byblos Lübnan’daki en eski yerleşim merkezi.  Her ne kdar kazı çalışmaları ile çok büyük bir kısmı ortaya çıkmışsa da gene de çok fazla bir şey kalmamış. Küçücük bir tiyatrosu var, bir kaç sütun bir de. Ama sütunlara, Akdeniz’e ve bir de Lübnan’ın meşhur sedirlerine bakınca bir anda kendinizi çok eski çağlarda, Roma İmparatorluğu’nda bulabiliyorsunuz. Byblos’un bir de liman kısmı var. Liman kısmında da Chez Pepe diye bir balık restaurantını öneriyorlar ama ben çok pahalı olduğunu okumuştum, Fadi’ye biz biraz acıktık dediğimizde sakın burda yemeyin çok mu zenginsiniz ki iki kişi dünya kadar para ödersiniz sakın yemeyin dedi. İyi ya sen istemezsen yemeyiz Fadi dedik.   Bir de bizi hızlıca hareket ettirmek istiyor, Harissa kapanıyor gidelim burda zaman kaybetmeyin diyor. Bu arada limanda trafikte duran bir adamın önce akıcı bir Fransızca ile, ben İngilizce konuşur musunuz diyince de akıcı bir İngilizce ile kameramın fiyatını sorması, 400 dolar civarı mı demesi beni benden aldı. Ben o dilleri öğrenebilmek için yıllardır çabalıyorum, İngilizceyi kotardık ama Fransızca çok zor, İtalyanca ile açığı kapatmaya çalışıyorum arada ama işte böyle bir anda birisi bir şey diyince ancak “anglais s’il vous plait” diyebiliyorum. Fadi’nin dediğine göre Lübnan’da okullarda Fransızca eğitim verildiği için herkes Fransızca konuşurmuş. İngilizce öğrenmek ise dertmiş.
Lübnan Sediri gerçekten de çok güzelsin.




Byblos’tan sonra günü kapatacağımız Harissa’ya yani Notre Dame du Liban’a doğru ilerliyoruz. İlerliyoruz dediysek kelle koltukta gidiyoruz. Fadi bize 80le 160 keyfi yaşatıyor. Anlamadığım şey arabanın tavanındaki derinin parçalanmış olması. Takla falan atmış olsa gerek diye düşünüyorum ama takla atsa bu araba biter zaten. Ne yapmış arabaya hiç bir fikrim yok. Dediğim gibi bildiğimiz bütün duaları okutuyor bize. Beyrutlular Hrıstiyan ve Müslümanlar barış içinde en sonunda yaşamayı başardıkları için gururlular ama Fadi’ye Yahudileri sordum, resmen cevap vermeyi reddetti. Lübnan’da Yahudi yoktur diye düşünüyorum zaten ama emin olmak istedim, arabada böyle bir gerginlik yaratacağını düşünmemiştim.
Harissa’da dağın tepesine bir Meryem Ana heykeli yapılmış.  Teleferikle dağın tepesine çıkılıyor. Teleferik yolu hayli uzun ve dik. Üstelik teleferik evlere o kadar yakın geçiyor ki korkuyorsunuz binaya çarpacak diye. Hatta bir binanın balkonuna bu teleferiklerin geçtiği V şekildenki aletten koymuşlar. Gerçi ordan geçmiyor ama hani sallansa azıcık geçer. Demem o ki hayli korkunç bir yol esasında. 

Bu arada bizim karnımız çok aç, Fadi’de aç. Ama biz inatla Burger King’e götürmek istiyor. Belli ki çok seviyor Burger King’i. Bizi geleneksel bir yere götürsene diyoruz ama yok, Burger’a takmış kafayı. Biz en sonunda bunu yemek istemiyoruz dedik, tamam ben siz gelene kadar yiyeyim bari dedi. Hayli uzun bir kuyruktan sonra yukarı ulaşmayı başardık. Yukarıda bir kilise var, biz Pazar günü gittiğimiz için kilisede de ayin vardı. Ben hep farklı dinlerin ibadetlerini de merak ederim, utana çekine ayine de girdim sanki neden geldin diyecekler sonuçta bu bir ibadet. Ama Beyrut’taki ibadet dilinin de Arapça olması çok enteresan geliyor insana. Sonuçta Arapça ile özdeşleşen din Müslümanlık. Ayrıca Meryem Ana Heykeli’ne de çıkılabiliyor. Bu tür aktivitilerden biraz çekiniyorum. Ben heykele turistik amaçlarla çıkıyorum ama dua eden Hristiyanlar var. Kimseye saygısızlık etmek istemiyorum. Aynı şeyi camileri gezerkende hissediyorum ama camide biraz daha rahatım galiba. Oranın kurallarını biliyorum sonuç olarak. 





Dönüş yolunda benim pestilim çıkmış uyuya kalmışım ama Uğur ben uyuynca tedirgin olmuş, uyanık kalmak için kendini zorlamış. Fadi bizi kaf kafamızı yan pencereye vurarak, kah birbirimize vurarak Hamra’ya getirmeyi başardı. Ertesi gün yolumuz Baalbek tarafına, Fadi telefonunu veriyor ve yarın da arayın diyor. Ama Fadi bu arabayla 170 kmlik Baalbek yolu nasıl çekilir? Bu araba o kadar yolu gider mi?
Gece ise karnımız aç, yolumuz Gammayzeh’de Le Chef’e doğru gidiyor. Bu arada iki gündür Beyrut'ta Holiday Inn otelini ve üzerinde Stop Solidere yazan binayı arayıp bulamıyoruz ama bu gece şehre inerken şans eseri karşımıza çıkıyor. Holiday Inn oteli savaştan bir sene önce açılmış, sonra da ağır top ve roket yaraları almış, savaş anıtı olarak hala ayakta duruyor. Solidere ise Hariri ailesinin gayrimenkul firması ama Beyrutta bir grup aktivist  bu oluşumun kente zarar verdiğini düşünüyormuş ve işte karşılığında Stop Solidere çıkıyor. 


Bunlarla beraber St. George limanındaki tekneleri de görüyoruz, hiçbirisi yelkemli değil ve hepsi inanılmaz lüks motor yatlar. Görmemişliğin had safhası. Bence Türkiye'de motor yat kullananlar bu yatları görse ağlardı. Hepsi 2013 modeldi desem abartmış olmam. Kalamış'ta böylesi yok, Ataköy'de de olduğunu sanmıyorum açıkçası. 
Saint George'dan sonra yolumuz Le Chef'e doğru gidiyor gitmesine de saat mi geç, yoksa Pazar gününden mi bilmiyorum da restaurant kapalı. Karnımız açlıktan kazınıyor, Gammayzeh’in de üzerine Pazar rehaveti çökmüş esasında. En sonunda azıcık tartışarak (bizim yemekler genelde sıkıntılı kabul ediyorum) Kahwet Leyla’ya oturuyoruz. Uğur ben herşeyi yerim der ama et yer mesela. Leyla’da falafel, gene fattoush, Beyrut birası, birkaç birşey daha yedik. Üstüne utanmadan bir de Jallab içtim. Yemekleri hayli iyiydi. Jallab’ın hayli iyi olduğunu okumuştum ama demek ki hayli iyisi bile benim damak tadıma uymuyor. Hani içmesen onlarca sene ölmem yani. Bu arada yemekle ilgili okuduklarımın çoğunluğu http://www.cukurcumatimes.com/’dan bunu da belirteyim. Bu bogun sahipleri yemek konusunda hayli dikkatliler, bence sizde bakmadan geçmeyin. Bütün geceyi Kahwet Leyla’da geçirdik. Burası esasında bir Cihangir kahvesi gibi ama bize Fadi ile geçirdiğimzi günden sonra sakinliği çok iyi geldi. Bu arada artık Beyrut sokaklarına da alıştık, gönül rahatlığı ile yürüyoruz. Hangi sokak nereye çıkıyor biliyoruz. Akşamları hafif bir ilkbahar havası var. Uğur’u bilmiyorum ama ben yürümekten çok memnunum. Sadece ayakkabılarımın ayağımı vurmasından memnun değilim o kadar.
Otele dönüp gene deliksiz bir uykuya yatıyoruz. Bu şehir bizi ne kadar yoruyor böyle? 

Beyrut 1. Gün: Downtown


Merhaba;
Baştan uyarayım, uzuun bir yazı ve bolca fotoğraf var. 

Gene uzun bir aradan sonra 3 günlük bir gezi dizisi ile sizlerleyim. Bu sefer rotamızı her yerde okuduğumuz Beyrut'a çevirdik, bir de biz bakalım neler varmış neler yokmuş dedik.

Geçen yaz gittiğim Güney Afrika'dan sonra güvenli Avrupa topraklarının içimdeki seyahat aşkına yeterli gelmediğini fark ettim. Esasında gönlümden geçen bir Suriye, bir İran gezisidir itiraf etmem gerekirse ama Suriye beklenmedik bir şekilde karıştı, İran ise henüz bana bile uzak gözüküyor. Bizde rotayı nispeten güvenli Lübnan'a çevirdik. Uçak biletlerini alırken ufak bir tatsızlık yaşadık, sabah alamadığımız biletlere akşama kadar 200 lira zam geldi, tabi ki canım sıkıldı. Bir de üstüne benim pasaportum yoktu, 10 senelik pasaporta verdim mi 468 lira gibi bir meblağ. Kendimi resmen gaspa uğramış hissediyorum. Bu arada seyahat özgürlüğü için mücadele edenlerde var, onlara destek verenlerde. Sizi detaylı bilgi için şuraya alayım. Neyse efendim, çıkardım pasaportu, aldık biletleri. Sırada otel rezervasyonu var. Ben açıkçası huysuz bir insanım, illa ki temiz bir otel isterim. Bu yüzden de seyahatlerim birazcık pahalıya çıkıyor sanırım. Hostelde kalanlara, yaşadıklarına falan çok özeniyorum ama ne yapayım ki huyumla da baş edemiyorum. Yıllarca yurtta ortak tuvalet, ortak banyo mutfak kullandım açıkçası artık buna katlanamıyorum. Neyse otel içinde Seyahatperest Özge’nin tavsiyesini dinledim. Hamra bölgesindeki 35 Rooms adlı otelden yer ayırttım. Sonuçta artık araştırma yapıp, seyahat gününü beklemekti yapacağımız iş.

Otelle daha önce yazıştığımda havaalanı-otel transferlerinin olduğunu söylemişlerdi. Her ne kadar Beyrut’a daha önce giden bir arkadaşım mesafe Taksim-Beşiktaş kadar, taksi de bulursunuz otelden falan çağırmayın taksi dediyse de ben gece vakti Beyrut’a indiğimiz için otelin transferini tercih ettim.

Bu arada İstanbul’da havaalanına gitmek ne kadar zorlaşmış farkında mısınız? Anadolu Yakası’ndan Sabiha Gökçen’e ulaşmak için Kadıköy’e gidebilirsiniz. Avrupa Yakası’ndan da Atatürk Havalimanı’na Havataş seferleri var. Ama iki yaka arasında seferler yok. Yani Havaş iptal olduğundan beri iki yaka arasındaki ulaşım hayli zor. Biz Kadıköy’den Sabiha Gökçen’e gittik ama Atatürk Havalimanı’na nasıl ulaşılacak? Taksim’den Havataş’a binilebilir ama elinde valizle Taksim’e ulaşmak ayrı bir çile. Bu uygulamanın neden yapıldığını  biliyoruz tabi ki de, vatandaşa çektirilen bu eziyet? Ayıptır, günahtır.

Yeteri kadar söylendim, seyahate başlayalım artık. Yola çıkmadan önceki gün (Cuma) otele mail attım biz geliyoruz bizi kim karşılayacak dedim. Aa iyiki mail attınız biz de gelmiyorsunuz sanmıştık, kredi kartınızdan ödeme alamadık dediler. Daha iki gün önce uçak saatlerimi bildirmişim, siz bunu bana neden o zaman söylemezsiniz değil mi? Zannediyorum ki kredi kartımdan ödemeyi o gün almaya çalıştılar ama ben onalra sanal kredi kartı numarası vermiştim rezervasyon yaptırmak sitediğim gün. Tabiki aradan aylar geçmiş, o limitte iptal olmuştu. Neyse ki sorun çıkmadı, bir oda bulduk. Çift kişilik yatağı olan bir odayı özellikle istememe rağmen ilk girdiğimiz oda iki tek kişilik yataklıydı, eeeh yeter artık dedim. Odamızı değiştirdiler. Beyrut’a gece geç vakit indik ama ben size baştan söyleyeyim. Beyrut küçücük bir şehir değil, havaalanı-şehir arası da Taksim-Beşiktaş falan değil. Beyrut Kadıköy kadar diyenlere Kadıköy’ün de Maltepe’ye kadar uzandığını belirtmek isterim, Kadıköy çarşıdan ibaret değil. Cuma gecesi otele geldik ve direk uyuduk. Ertesi gün uyandığımızda saat 10a varıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Otellerin camlarında çok kalın bir perde var ve sabah olup olmadığını anlamak imkansız. Işıksız uyanamayanlardansanız bu perdeyi açıp uyumanızda fayda var. Kahvaltıda otelde pek çok Türk kaldığınız anladık. Bu arada belirtmedim ama biz 23 Nisan tatilinde gittik Beyrut’a bu yüzden de gerçekten de her yer Türk kaynıyordu. İlk gün planımız Down Town.

Hamra’dan çıkıp şehir merkezine doğru yürüyoruz, resepsiyondan aldığımız bilgiye göre 25 dakikada varırız merkeze. İyi o zaman dedik kaptırdık. Beyrut biraz İstanbul gibi, yokuşlu, inişli çıkışlı. Yürümek yorucu olabiliyor. Aldırmayın devam edin. Esasında taksiye de binilebilirdi ama ben şahsen bir şehrin en iyi yürünerek keşfedildiğini düşünüyorum. İlk dikkatimizi çeken her yerde de yazdığı gibi korkunç trafik oluyor. Nasıl gürültülü, nasıl yoğun, inanamıyoruz bu karmaşaya. İkinci dikkatinizi çekecek nokta ise, her köşe başında göreceğiniz askeri nöbet mevzileri. Beyrut’un toplam nüfusu 2 milyonmuş. Bunların askerlik çağında olanı en fazla 200 bin olsun hadi. (Askerlik zorunlu mu, gönüllü mü bilmiyorum da biz zorunlu olduğunu düşündük) O kadar çok nöbet noktası var ki askerlere çok sık nöbet geliyordur diye düşündük, zaten onlarda bunun farkında, iki adım ötedeki mevzideki askerle sohbet ediyor, volta atıyor. 25 dakikayı biraz geçen bir yürüyüşün ardından saat kulesini de içeren Nejmeh Meydanı’na ulaşıyoruz.
Bu bina yolumuzun üzerindeydi ama Bayrut'ta bu tür binalar çok fazla. Bu bina savaştan beri var galiba çünkü üzerinde pek çok kurşun deliği vardı.
Terkedilmiş bir bina. 




Ulaşıyoruz dediysem, saat kulesine yaklaşamıyoruz, meydana giden bütün yollar kapalı. Etrafında dönüp duruyoruz. En sonunda bizim giremediğimiz sokaklarda yürüyen insanları görünce görevli askere burdan yürüyebilir miyim diye sordum, tabi ki dedi. Meğer barikatlar arabalar içinmiş, sonradan gördüm ki barikatlarda insanların kaldırıp geçebileceği yerler var. Biz meydana ulaştığımızda neredeyse öğlen saatiydi, heralde akşam daha hareketli oluyordur diye düşündük çünkü sokaklarda çok az insan vardı. Burada görmeyi planladığımız yerler Al-Omari Camisi, Mohammad Al-Amin camisi, St. George Katedrali ve Place des Martyrs. Saat Kulesi’nin hemen karşısında duran St. George katedrali ile başlıyoruz. Katedralin içi tam bir ortodoks katedrali, hatta Büyükada’daki Aya Yorgi Kilisesi’ne çok benziyor. Ama bütün ikonalar, süslemeler yepyeni.

Katedralde bizimle beraber bir de Fransız grup var. Rehberleri bir papaz. Sanırım daha dinsel amaçlarla geziyorlardı. Kilise görevlilerinden biri yanımıza gelip siz bu grup aşağıya inmeden hemen aşağıyı gezin dedi. Biz de aşağıya indik. Alt katta katedralin tarihsel gelişimiz görüyosunuz. Esasında küçücük bir yer. Ama ibadet yerleri ile ilgili bir olgu vardır ya genelde, dinler değişir, ibadet yerleri hep sabittir. Burda da öyle bir durum var, Roma döneminden beri  defalarca yıkılmış, defalarca da tamir edilmiş St. George Katedrali. En son iç savaştan sonra bugünkü haline kavuşmuş.
Bu çiçekten daha sonra İstanbul'da da gördüm. 

Katedralden sonraki durağımız mavi kubbeleri ile Mohammad Al Amin Camisi. Sultanahmet camisi örenk alınarak onun daha küçüğü olarak inşa edilmiş bir cami tabiki bizi çok etkilemiyor ama burdan aydınlatma tasarımcısı arkadaşlara sesleniyorum. Bu caminin avizeleri gibi avizeleri kullansak ya bizde. En azından tavandaki süslemeleri de görürüz.

Caminin hemen çıkışında ise Rafik Hariri için yapılan mezar var. Halkın çok sevdiği Hariri ve 7 koruması zırhlı aracının içinde öldürülmüş 1 ton patlayıcı ile. Suikastı üstlenen yok. Ancak bu kadar çok sevdikleri insana yapılan mezarı algılayamadık. Sanki kaldırılıp başka bir yere götürülecekmiş gibi, çadırın içinde yol kenarında, şantiyenin içinde kalmış. Hariri’nin mezarının karşısındaki Place des Martyrs yani Savaş Anıtı o an ters ışıkta kaldığı için biz tekrar döndüğümüzde bakmaya karar verdik.
Place des Martyrs ve arkada Mohammad Al Amin Camisi. 

Ben saat 5 olmadan milli müzeyi görmek istiyorum, bu yüzden de Damascus Caddesi boyunca yürümeye başlıyoruz.
Eskiden sinema salonuymuş, savaşla beraber terkedilmiş. 

Daha önceden edindiğim bilgiler doğrultusunda söyleyebilirim ki gerçekten de haritalar çok başarılı değil. Gideceğiniz yer konusunda aşağı yukarı bir fikir veriyor ama telefonunuza indireceğiniz bir harita ile işiniz daha rahat olur. İphone için ve Android için bir uygulama indirmiştik biz, özellikle iphoneda GPS ile birlikte çalışan harita hayli başarılıydı. Damascus caddesi hayli uzun. Esasında müzeye gitmek için taksiye binebilirsiniz. Biz ana cadde boyunca yürürken biraz acı çektik çünkü kaldırım bitti, yolda kaldık, arkamızdan arabalar, motorsikletler geliyor, gürültü patırtı falan biraz yıpratıcıydı. Biz yorulduk yürürken ama Beyrutlular için pek önemli değil gibiydi, aynen devam ettiler yürümeye.
Sokak aralarında bu tür binalar çok var. Balkonlardaki perdeler de geleneksel güneştenkorunma yöntemi gibi ama çoğu çok eski ve kirli. 

Müze ise o karmaşadan sonra bir vaha gibi geldi bize. Girişte dolar kabul etmiyorlar ama müze mağazası para değişimi yapıyor. Bu arada Beyrut’a dolar alıp gidebilirsiniz. 1 dolar 1500 Lübnan Livresi’ne eşit, kur sabit. Genelde dolar verdiğiniz her yer size para üstünü livre olarak dönüyor. Bu yüzden de cebinizdeki paranın hesabı karışabilir. Üstelik bu livreleri cebinizde eve getirip hayli zarara da girebilirsiniz, aman diyim. Beyrut milli müzesinde tarihleri ile ilgili bir sürü obje görebilirsiniz. Esasında elde edilen bulguların çoğu Roma dönemine tarihleniyorlar. İslam öncesi dönemden pek çok eser var, İslam sonrasında ise o kadar da çok değildi. Özellikle Byblos’tan çıkarılan küçük heykelcikler çok enteresandı bence. Eğer hediyelik almak isterseniz müze mağazasında çok olmasa bile değişik seçenkeler vardı, ama fiyatlar biraz uçuktu ben bakmakla yetindim sadece.

Müze çıkışında karnımız hayli acıkmıştı. Üstelik sıcak havada yaptığımız yürüyüş enerjimizi de sömürmüştü. Shawarma denilen bizdeki döner benzeri yemekten yemeyi kafamıza koyduk, şehir merkezine dönmeyi düşünüyoruz ama tabi ki taksiye binmeyi düşünmüyoruz. Yol uzun, karnımız aç. Benden pek beklenmeyecek bir tepki ile müzenin karşısında gördüğüm bizim Bambi benzeri bir büfede yemeyi öneriyorum Uğur’a. Onun zaten sokak yemekleri ile hiç derdi yok, hemen oturup birer tabak Shawarma söylüyoruz. Bizdeki büfeler utansın bence. Shawarmanın yanında marul, humus  gibi ekler vardı. Yani sadece papates kızartması yoktu. Orada yediğimiz Shawarma hayli lezzetli ama bizim dönere göre biraz yağlıydı. Enerjimizi depoladık, yol bizi bekliyor. Yolumuzun devamında görmek istediğim yerler Aşrafiye ve Gemmayzeh mahalleleri. Haritaları okuyarak, biraz da iç güdüsel olarak ilerleyerek sonunda Aşrafiye’ye ulaşıyoruz. Aşrafiye gerçekten de dendiği gibi hayli lüks bir mahalle. Bir anda apartmanlar, restaurantlar değişiveriyor.  Biz ABC Department Store diye bir yere çıkmışız, önce girmeyelim ya alışveriş merkezi dedik, sonra merakımıza yenildik. Bir de tabii siparişler vardı Duty Freeden. Onlar için de fiyat karşılaştırması yapalım dedik. Sonuçta Beyrut’luların zengin olduğuna, fiyatların duty freeden fazla olduğuna karar verdik. Biraz etrafta dolandık ve çıktık. Ve Aşrafiye’nin hemen sonunda zaten Gemmayzeh mahallesine ulaşıyorsunuz. Burası Lübnan’ın (ya da Fransız kolonyel mimari de denilebilir) mimarisinin tam olarak korunduğu ender yerlerden. 





Gemmayzeh sanatçıların ve gece hayatının toplanma noktası olarak geçiyor. Rue Gouraud üzerinde pek çok bar ve kafe var ama gündüz vakti çoğu kapalıydı. Bir gece için Rue Gouraud’a geleceğiz tabi ki, burası kesin. Şimdi yolumuz gene Place des Martyrs’e dönüyor. Heykelin yanına gelince üzerindeki kurşun deliklerini görebilirsiniz. Savaş Beyrut’u acıtmış, incitmiş. Savaşın etkilerini unutmamak içinde bu anıtı yapmışlar. Bir heykelin hissettirebileceklerinden de fazlasını hissettirdi bana. Esasında gün batımında Corniche ve Güvercin Kayalıklarına ulaşmak istiyorum ama yapabileceğimizden emin değilim. Herşeyden önce daha alışamadığımız yollardan Hamra’ya ulaşmalı, ordan da deniz kenarına gitmeliyiz. Yanlış hatırlamıyorsam saat 6’ya doğru Hamra’ya ulaşabilmiştik ama Corniche gitmek için şansımızı zorladık. En azından gidiş yolu yokuş aşağıydı. Hızlıca ilerledik. Bütün gün gördüklerimiz ve konuştuklarımız burada da geçerli. Beyrut devasa bir şantiye alanı. Savaştan sonra yeniden yapılanmaya başlamışlar ama ne yazık ki plansızlar. Sokaklar nerde başlıyor, nerde bitiyor belli değil. Corniche tam da söylenilen gibi, İzmir Kordon’a benziyor ama ufak bir farkı var. Corniche’de tam deniz kıyısında 50 katlı binalar var. Onların arkasındakiler  de 30 katlı falan. Resmen denize doğru daha da yükselmişler. Bu yükselti denizden gelen rüzgarı engellemiş, şehrin iklimi değişmeye başlamış. Kimsenin bunu umursadığı yok gibi ama. Son sürat aşırı lüks binalar yapmaya devam ediyorlar. Bizim burda yaşadığımızı onlarda yaşıyorlar. Bindiğimiz bir taksinin şöforü (ki kendisini 2. Gün anlatacağım) bu evleri kim alıyor anlamıyorum diyordu. Deniz kıyısında biraz yürüyüş yaptık, Güvercin Kayalıkları’na baktık, biraz fotoğraf çektik.


Oradaki kafelerde de oturulabilirdi ama açıkçası ben çok haz etmedim buradan. Aşırı kalabalıktı ve bu aşırı kalabalığın çoğunluğu da nasıl desem bilemedim ama çok Araptı. Beyrut’ta bu klasik Arap kıyafetli kadınlar ve erkekler pek yok. Anladığım kadarıyla olanlar da diğer Arap ülkelerinden geliyorlar. Corniche’in biraz ilersindeki Manara deniz fenerine doğru yürüyoruz ve orada hayatta gördüğüm en komik manzaralardan birisiyle karşılaştım. Deniz tarafında modern bir deniz feneri var. Bu fenerin haritaya neden girdiğine anlam vermeye çalışırken kara tarafındaki eski deniz fenerini gördüm. Eski fenerin önüne bina yapılmış, binanın önünden 6 şeritli sahil yolu geçirilmiş. Mecburen fener tekrar deniz tarafında yapılmış. Bu manzara sanırım size Beyrut’taki yapılaşmanın nasıl olduğunu anlatmıştır. Artık ayaklarımızdaki ağrılara dayanamıyoruz, otelimize doğru yürüyoruz. Hava da ufaktan karardığı için yolumuzu biraz karıştırarak olsa da otelimize ulaşabiliyoruz. Öğlen yemeğini geç bir saatte yemiştik, henüz acıkmadık ama yorgunluktan da zaten açlığımızı hissedecek durumda değiliz. Bu yüzdne biraz dinlenelim diyoruz ve saat 10a doğru anca uyanıyoruz. Uyanınca da gerçekten çok acıktığımızı fark ediyoruz. Esasında bana kalsa yemeden yatarım ama Uğur acıkmış ve kebab yemeye odaklanmış. Hayli meşhur olan Stambouli Kebab bizim otelimize 500 metre gibi bir mesafede. Biz de ilk gece şansımızı orada deniyelim diyoruz. Bu akdar yorgunluğun üzerine Arak içiyoruz tabi ki. 14lük gibi garip bir ölçüsü var. Ama zaten küçük bardaklarda içiyorlar bizim rakı bardaklarımız kadar büyük değil. Ölçü ise aynı. Bire bir ya da duble.

Okuduklarım arakın insanı çarpabileceği yönündeydi, alkol oranı rakıdan biraz daha yüksek. Ama bence rakı içmeye alışkın bünyeniz varsa arakın da rahatlıkla kaldırırsınız hiç dertlenmeyin. Yediklerimizi de söylemeden geçemeyeceğim, fattaush salatası tek kelime ile mükemmel. Genel olarak yediğimiz her yerde kendine has ama güzeldi. Her yemekte onu sipariş edin bence. Kebapları da İstanbul’da kebap yiyenleri ağlatacak cinstendi. Şimdi gece gece sizi de özendirmeyeyim ama Beyrut’a yolu düşenler Stambouli’yi pas geçmesinler.
Bu binanın giriş katında o kadar yaşam yok ki pencerelerini bile taşla örmüşler. 
Sokak adları genelde numaralarla gösteriliyor. Bence komik olan secteur, yani bölge denmesi. Sektör kelimesi sanki bilimkurgu kitaplarını anımsatıyor. 


Evet yazı hayli uzadı, ilk günümüz böyle geçti. İkinci güne hazırlanın. Neyse ki biraz daha sakin geçecek ikinci günümüz.