21 Kasım 2009 Cumartesi

Limon Olmak Üzerine-I

Çekirdeklerden özür dilerim:)

Aşağıya doğru kayıyorum, yavaşça.... Sakin sakin... Anlıyorum ki kısa ömrümün son demlerini yaşıyorum. Hayat, siz insanların dediği gibi, ellerimden kayıp gidiyor sanki, hiç sahip olamadığım ellerimden. Oysa sizden daha çok duyumsamıştım dünyayı her zaman. Bir kuş kanat çırpsa ben fark ederdim, hava biraz serinlese ben bilirdim. Baharın geleceğini herkesten önce anlardım, içimde tarifsiz bir sevinç olurdu, dünyaya pek çok şey vermek isterdim. Oysa benim dünyaya verebileceğim tek şey limon suyuymuş, limonataymış. Bunu işte şu anda anlıyorum, bir masanın kenarından aşağıya doğru süzülüverirken. Yeryüzündeki bütün nesneler için kaçınılmaz tek yasa belki de yerçekimiydi. Ve ben şu anda yerçekimini iliklerime kadar hissediyorum. Hoş iliklerimde yok ama... Gene de siz insanlardan daha çok hissedebiliyorum. Karşı koyamıyorum. Önceden hiç üzerinde düşünmediğim bu yasaydı belki de bana hayat veren. Annem ve babam, bu yasa sayesinde toprağa tutunabilmişlerdi. Havalarda uçuşan polenler bu yasa sayesinde ulaşmıştı anneme. Bu yasa sayesinde döllenmiştim belki de. Oysa şimdi bu yasa benim sonum olacak, yere düşüvereceğim ve bitecek.

Ah tabi size bu kadar dert yanmadan önce kendimden biraz bahsetmeliyim belki de. Bir limonum ben. Bildiğiniz, marketten, pazardan aldığınız, akrabaları portakal ya da mandalina gibi yuvarlak değil, elips şekilli, portakal ya da mandalina gibi turuncu değil, sapsarı, ekşi limonum. Pek çoğunuz beni yemeye katlanamazsınız, hatta içinizde limon yiyenlere bakamayanlar bile varmış diye duydum. Oysa yemeklerinizin, salatalarınızın vazgeçilmeziyimdir. Hiç biriniz zeytinyağlı bir dolmayı limonsuz düşünemezsiniz. Evet limonum ben, vaya dalımdan koparılana kadar limondum. Ağacımdan, annemden ayrıldığımdan beri kendimi nasıl tanımlayacağımı bilemiyorum hiç. Hele de başıma gelenleri düşündükçe.... Bazen merak ediyorum örneğin elma, pirinç ne bileyim sarımsak da benim gibi mi hissediyor? Sizlerin ellerine düştükten sonra her bitki kendini sadece içindeki vitaminlerle mi ifade etmeye kalkıyor? Pazarda içindeki anti oksidanlarla övünen sarımsaklar gördüm. Balığın yanına çok yakıştığını iddia eden rokalar gördüm. Hatta bu rokalarla kimlik kavgasına tutuşan limonlar bile gördüm. Oysa kendimi hiç bir zaman bir balığın yanında bir tabakta hayal etmemiştim. Eh bu da birşey en azından. Benim sonum süslü bir pastanenin bahçsinde oldu.

Limon ağaçlarını bilir misiniz? Ah nereden bileceksiniz ki... O kadar ilgisizsiniz ki, ne ağacı, ne meyveyi, ne çiçeği tanıyorsunuz. Utanmasanız hepimizin çilek gibi yerden toplandığını iddia edeceksiniz, oysa ki çileklerin de yaprakları olduğunu hiçbiriniz bilmezsiniz. Neyse limon ağacı diyordum değil mi? Limon ağaçları sizlerin ılıman iklim diye tabir ettiğiniz, sıcak yerlerin bitkileridir. Diğer ağaçlara göre ufak tefektirler. Birkaç yıl hiç meyve vermezler. Daha sonraki yıllarda verecekleri lezzetli meyveler için kendilerini hazırlarlar. İşte ben de böyle bir limon ağacında açtım gözeneklerimi muhteşem dünyaya. Doğum anımı hatırlamıyorum. Sanki bir anda bir tomurcuk olarak çıkıvermiştim annemin kolları arasından. O ilk kendimi bildiğim anı hatırlıyorum. Çok keskin bir ışık vardı, neler oluyor demiştim. Hani gözlerim olsa, gözlerimi kamaştırıyor diyecektim. Ama ışığı öylesine güçlüydü ki.... Kaçmak istedim kaçamadım. Şöyle bir çevireyim kendimi dedim. Olmadı. Nereme dönersem döneyim o ışık ordaydı. Neler oluyor dedim kardeşlerime. Tabii o zaman onalrın benim kardeşim olduklarını da bilmiyorum ama çevremde başka tomurcuklar da olmalıydı mantıken. Bir varlığın ilk oluş anını anlaması çok enteresan. Ne olduğunuzu anlayamadığınız bir süre var. O süre biraz korkutucu. Neler oluyor diyorsunuz. Belki de insan yavruları için de geçerlidir bu. Sizlerin nasıl dünyaya geldiğinizi hiç bilmiyorum. Ama umarım bir anda güneşe doğru açmıyorsunuzdur gözlerinizi. Çok acı verici bir deneyim. Kendimi algıladıktan sonra anladım ki sağıma soluma dönebilirim. Işığın verdiği rahatsızlığa alıştıktan sonra ki evrede o ışıktan keyif almaya başlıyorsunuz. Hafif bir sıcaklık bütün bedeninizi kaplıyor. Bedeninizin her tarafının bu keyfi tatmsı için bir o yana bir bu yana dönüyorsunuz. Ben bir o tarafa, bir bu tarafa dönerken, tatlı bir esinti hissettim etrafımda. Esinti ile birlikte de bir ses. “Güneşten iyi yararlanın yavrularım diyordu. Güneş sizler için hayat kaynağıdır. Güneş toprak anamız üzerindeki bütün canlılar için yaşam kaynağıdır. Zamanla kurallarımı öğreneceksiniz, şimdilik sadece güneşin keyfini çıkarın.” Bunları söyleyen pek tabi ki benim muhteşem annemdi. Limon ağacı. Böyle şefkatle konuştuğuna bakmayın. Çok sert bir anneydi. Hepimizi öyle sıkı tutuyordu ki kaçıp gitmemiz imkansızdı. Ama annemizinde bi hayatı vardı. Başka ağaçlarla konuşuyordu, rüzgarla dertleşiyordu, yağmur dediği bir şeyi bekliyordu. Bazen dikkati dağılıyordu, yavrularından birinin elini azıcık gevşetiveriyordu. O zaman kardeşlerimden birisi uçup gidiyordu rüzgarla. Ya da yere düşüveriyordu. İşte o zamanlarda annem çok üzülüyordu. Ah diyordu ne aptalım ben. Nasıl bırakıverdim yavrumu. Annemi başka ağaçlar teselli ediyordu. Bizler de korkma anne biz hala burdayız demek için titreşip duruyorduk. Başka bir gün başka bir ağaç aynı şeyi yaşıyordu. O zaman da annem onu teselli ediyordu. Annem beslenmemize çok özen gösteriyordu. Her gün damarları boyunca sular taşıyordu bizlere. Sular annemizin vücudu boyunca ilerliyor, serin serin bizlere ulaşıyordu. Yavaş yavaş içiyordum suları. Tadını çıkarıyordum. Suyla beraber gelen herşeyin tadını ayrı ayrı almak istiyordum. Oysa dünya üzerinde hiçbir şeyin tadını bilmiyordum. Bu böyle günlerce sürüp duruyordu. Bizlerin yaptığı sadece güneşe doğru dönmek, beslenmek ve keyifli keyifli hayatın tadını çıkarmaktı. Bir sabah uyandığımda nedense üşüdüğümü hissettim. Birisi üzerimdeki paltoyu çıkarıp atmıştı. “Anneme bağırdım neler oluyor neden çıplağım ben” diye. Annem kadim bir sesle “büyüyorsun, gün ağarınca kendini ne kadar çok beğeneceksin bak” dedi. Büyümekle üşümek eş anlamlıymış gibi geldi bana o anda. Güneş yavaş yavaş kendisini gösterince ben de kendime bakabildim. Nefes kesici bir güzelliğim vardı. Bembeyaz bir elbise giymiştim. Elbisemin etekleri rüzgarla uçuşuyordu. Her sabah gelip dala konan serçe şaşırdı. “Güzelliğiniz göz kamaştırıyor hanımefendi dedi” Uçarken limonlar çiçek açmış diye bir şarkı söyleyip duruyordu. O gün kendimi tam bir genç kız gibi hissetmiştim. Rüzgar essin diye sürekli yalvarıyordum. Böylece eteklerim havalanıyordu. Baş döndürücü bir kokum vardı. Ferah, tatlı, bir koklamak isteyenin bir daha isteyeceği türden. Kardeşlerimde benim gibiydiler. Hepimizde aşırı bir neşe vardı. Aksilik bu ya, güneş o gün eve erken dönmek zorundaydı, onun yerini bulutlar kapladı. Normal günlerde gökyüzünün maviliklerinin arasında gördüğümüz, bembeyaz, oya gibi olan bulutlara benzemiyorlardı bunlar. Renkleri neredeyse lacivertti. Anneme onları hiç sevmediğimizi söyledik hep beraber. Annem ve diğer ağaçlarsa son derece heyecanlı bir şekilde susmamızı söylediler bizlere. Yağmur yağacak sonunda dediler. Toprağın diplerinde su aramaktan yorulmuşlardı. Şimdi sular tepemizden yağacaktı. Ben elbisem ıslanacak diye dertleniyordum, annemse tertemiz olacağımızı, yağmuru çok seveceğimizi söylüyordu. Bulutlar naz yaptılar, birbirlerine sinirlendiler, kafa kafaya çarpıştılar, bağırıp çağırdılar, annemin ismine şimşek dediği ışıklar gördüm. Bugüne kadar sadece güneşin, ayın ve yıldızların sarı ışıklarını görmüştüm. Bu beyaz-mavi ve bir anda ortaya çıkıp bir anda kaybolan ışıklar beni çok heyecanlandırdı. Beyaz elbisemi bile unuttum. Işıkları tekrar tekrar görebilmek için kafamı yukarı doğru kaldırdıkça kaldırdım. En sonunda yağmur yağmaya başladı. Bu muhteşem bir deneyimdi. Tepemden aşağıya sular düşüyor, üşümüyordum, daha da fazla istiyordum. Kafamı daha da yukarı, daha da yukarı kaldırıyordum. Hep daha fazla istiyordum. Ne kadar sürdü bu böyle bilemiyorum. En sonunda bittiğinde hepimiz yorgunduk, ama o kadar mutluyduk ki... Etrafı keskin bir koku sardı. Bizim muhteşem çiçek kokularımızdan bile güzeldi. Rüzgar elbiselerimizi kurutmak için hafifçe esmeye başladı. Bir yanda da bizlerle dalga geçiyordu: “Gençler nasıl bir deneyimdi bu?” Günler böyle devam etti. Sıcaklık gittikçe artıyordu, güneş her sabah sanki daha da yakından doğuyordu. Daha uzun süreler boyunca tepemizde kalıyor ve bize sürekli gülümsüyordu. Yağmur yağıyordu, bazen şiddetli, bazense sakin sakin ve saatlerce. Ancak günler ilerledikçe canım da sıkılmıyor değildi. Elbisem gittikçe eskiyordu, içine sığamıyordum artık. Gittikçe büyüyordum, kardeşlerim de aynı dertten muzdaripti. Annem bir gün en sonunda bizlere bunun da geçici bir dönem olduğunu, büyümeye devam ettikçe daha güzel elbiselerimizin olacağını söyledi. Büyümeye deva ettim, elbisem yavaş yavaş tekrar yeşile döndü. Tomurcuk halime geri mi dönüyorum yoksa dedim ama o kadar irileşmiştim ki artık benden tomurcuk falan olmazdı...Limon ağacı üzerinde olduğumu biliyordum, heralde limona dönüşecektim ama limonun ne olduğunu hiç bilmiyordum. Yanı başımızda duran alaycı kiraz ağacının da kendisi gibi alaycı çocukları vardı. Onun çiçekleri de artık solmuştu, yavruları neye dönüşecekti onu da bilmiyorduk. Ama sürekli olarak bizimle dalga geçiyorlardı. Anneleri onların kıpkırmızı, küçücük meyveler olacaklarını söylemişti. Onlarda bizimle sürekli kocaman ve yeşiliz diye dalga geçiyorlardı. Bizim annemiz hiç bir ipucu bile vermiyordu. Zamanla gerçekten de kiraz ağacının dedikleri oldu. Kırmızı ve küçücük meyvelere dönüştüler. Sonra birgün bir grup insan gelip onların hepsini topladılar. Bizlerse hala küçük ve yeşildik. Kimse bizi toplamak istemedi. O yemyeşil günlerimi hiç unutamıyorum. Beyaz elbisemi çok sevmiştim. Beyazdan daha güzel bir renk olamaz gibi gelmişti. Oysa öylesine güzel, öylesine koyu bir yeşildim ki kendimle gurur duyuyordum neredeyse. Evet yuvarlağa yakın bir biçimim vardı ama rengimi çok beğeniyordum. Daha fazla renk değiştirmek istemiyordum. Ama kimse bizi toplamadığına göre heralde daha da büyümemiz gerekiyordu. Kim bilir belki de insanlar limon yemiyordu....Dış dünyamda bunlar olurken içimde de değişimler vardı. Sekiz ayrı odacığa bölmüştüm kendimi. Bu odacıkların her birinde kendimden parçalar vardı. İçlerinde su biriktiriyordum. Bir yandan da dışardan aldığım, bana fazla gelen bir takım parçaları da içeride topluyordum. Hücrelerim son hızla çalışıyordu. Odaların arasına duvarlar örüyordum. Odalarımı birbirinden ayırıyordum. Esasında bunu neden yaptığımı hiç bilmiyordum. Kardeşlerim de son hızla çalışıyorlardı. Gittikçe büyüyorduk, ama neden bu kadar çalıştığımızı hiç bilemiyorduk. Gündüzlerin sıcaklığı artık dayanılmaz olmaya başlamıştı. Annemiz bizi günün en sıcak saatlerinde yapraklarının altına saklıyordu. Günün ilk saatlerinde ve akşam üstleri ise güneşle randevumuz oluyordu. Ben geceleri daha çok doğayı dinliyor ve düşünüyordum. Bir gece kuşu ötüyordu, bir tırtıl yapraklarımızın üzerinden kayıp çimenlerin üzerine düşüyordu. Yılanlar, çiyanlar taşların altında uyukluyordu, farelerse tarlalarda cirit atıyordu. Böyle bir anda aklıma bir fikir geldi. Ben heralde ağaç olacaktım. Bu akdar çok çalıştığıma göre büyüyünve limon ağacı olmalıydım. Bu fikrimi anneme söyledim. Annem o güne kadar hiç yapmadığı birşey yaptı. Hafifçe gülümsedi ve cevap vermedi. Bu doğru muydu yanlış mıydı hiç anlamadım.