29 Mayıs 2008 Perşembe

Yalnız ve Güzel Ülke

Bu hafta birkaç kere açtım blogu yazayım diye bir türlü bulamadım ne yazacağımı. Uğur'la elele verip bir fotoğraf yaptık, deviantarta koydum, buraya yüklemeyi düşündüm ama fotoğraflar stoklardan alınmıştı, stoklarda sadece DA içinde kullanın diyordu saygısızlık yapmak istemedim. Lütfen ilk PS denememe bakın. Esasında daha çok konsept benim, Uğur'un çok yardımı oldu.
Bugünkü yazımın esas konusu Nuri Bilge Ceylan. Fotoğraflarını çok beğendiğim bir fotoğrafçıydı ama filmlerini biraz da önyargılı davranıp hiç izlememiştim. Cannes'daki başarısını kutluyorum kendilerinin. En kısa zamanda izleyeceğim filmlerini.
Ne kadar da herkes açmış ülkemiz için zarif bir tabir bulmaya. Bir sanatçı kibarlığıyla Ceylan buldu işte sıfatımızı. "Yalnız ve güzel ülke"
Bu kadar sevgili okur, sıkıntılı bir hafta geçiriyorum gene. Toparlyamaıyorum kafamı o yüzden de.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Beşiktaş ve ötesi...

Sevgili okur; aşağıdaki hikayedeki olayların gerçek kişi ve olaylarla ilgisi vardır ve yoktur. Biraz uzun, bir gecede ansızın yazıldı. Beğenmeniz dileğiyle....

BEŞİKTAŞ VE ÖTESİ
I
Kadıköy’den ayrılmak evinden ayrılmak gibiydi onun için. Bu ayrılığın hüznünü biraz olsun azaltmak istiyordu. Vapura mı binsem diye bir düşünce geçti içinden. İskeleye doğru yöneldi. Oraya kadar karar verirdi nasılsa. Kadıköy bir sayfiye yeriydi onun için. Moda’ya çıkıp çay içmeyi seviyordu, barlarda müzik dinlemeyi de, sokak aralarında dolaşmayı da. Bazen balıkçıların ordaki kazı görmek için yolunu uzatıyordu, bazen o pahalı lokantada bir tas çorba içiyordu, hani şu Yanya’dan gelen ailenin işlettiği yerde. Sokaktan geçen insanlara bakmayı bile seviyordu, Taksim’in karmaşa ve yapmacıklığının yerini sakinlik ve kendine has bir doku alıyordu Kadıköy’de. Sokaklarında sanki hala azınlıklar yaşıyormuş gibi geliyordu, sanki herkes eski günlerdeki gibi saygılıydı birbirine. Belki de kendisi burda yaşamadığı için ona öyle geliyordu. Belki de İstanbul’un her köşesi gibi pis bir yerdi bilemiyordu tam olarak. Ama kitapçılarında bile farklı bir huzur vardı ona göre. Kadıköy’de yaşamamak onun için çok üzücü bir durumdu, karşının karmaşasından her fırsatta kaçarak Kadıköy’e sığınıyordu.
İskelenin saatinde 20.51 yazıyordu, ve Karaköy 21.00. İnanmaz gözlerle tekrar saate baktı, sonra kendi saatine de baktı.Saatin dokuz olduğunu düşünmemişti, daha sekiz sanıyordu, yaz saatine hala tam olarak alışamamıştı. Hava tam kararmadan akşam olduğunu bir türlü kabullenemiyordu. Kafasında ufak bir mukayese yaptı. Esasında Karaköy’e gitmek için biraz geç olmuştu, hele ki orda hiç işiniz yoksa da sadece tramvaya binmek için gidiyorsanız baya geçti, ama insanlar arkasından geliyorlardı, hem de bütün gün açık havada olmanın verdiği iç huzurla vapura binmek istemişti, karak vermeliydi bir an önce. Oysa otobüse de binebilirdi, gitmeye çalıştığı yer Beşiktaş ve ötesiyde ne de olsa. Gene de buraya kadar geldim, işte iskeledeyim, madem vapura binmek istedim birazcık tehlikeyi de göze alabilirim diye düşündü. Esas aklından geçen iskele ile tramvay durağı arasındaki mesafeydi. Pazar gecesi oranın sessiz olacağını düşünüyordu ki bu da biraz tedirgin hissetmesine neden oluyordu ama hızlı adımlarla yürür geçerim, başına birşey gelecekse en kalabalık yerde de gelir yapacak birşey yok dedi kendi kendine. Akşamın bu saatinde vapurun boş olacağını, üst güvertede fazla rüzgar almayan, tarihi yarımada manzaralı bir yer bulacağını düşündü, akbil noktasından geçti. İskelede bekleyen insanların arasına karışınca vapura binme kararından çok pişman oldu. Nedense her zaman ona yaşadığını hissettiren bu kalabalık bugün üzerine gelmişti bir anda. Geri mi dönsem diye düşündü, otobüse binebilirdi, bunu birkaç saniye düşündü sadece, biliyordu ki o otobüslerden nefret ediyordu. Muazzam bir hızla otobüsü kullanan şoförlerden de, boşu boşuna yer kaplayan biletçilerden de, akşam saatlerinin son otobüslerine kalan kalabalıktan da, ve o kalabalığın içinde olmaktan da nefret ediyordu. Vapurlarda duyduğu yaşama hisse genelde otobüslerde eziyete dönüşüyordu. Bazen gideceği yerden birkaç durak önce atıveriyordu kendini otobüsten dışarı ama bu ne yazıkki her zaman mümkün olmuyordu. Bir panik atak hastası gibi kalbi çarparak yolun bir an önce bitmesi için kendi kendini oyalamaya çalışıyordu. Bazen dinlediği şarkının sözlerini düşünüyordu, bazen çekmek istediği fotoğrafları, bazen herşeyi bırakıp başka bir yere taşınmayı, bazen sevgilisinin ellerini, bazen ona karşı duyduğu öfkeyi ve sevgiyi. Gene bu tür şeylerle kafasını meşgul etmeye çalışıyordu, sanki bu insanların içinde en kısa boylusu oymuş gibi hissediyordu, genelde de doğruydu bu, insanlardan kısa kalıyordu, belki de bu yüzden daha çok bunalıyordu. İskelenin kapıları açıldı, insanlar sanki vapur onları almadan gidecekmiş gibi bir telaş içindeydiler, koşarak vapura gidiyorlardı. İskeledeki kalabalığa bakınca vapurda aradığı huzuru bulamayacağını anladı. Karaköy vapurunda genelde her kesimden insan oluyordu, Beşiktaş vapurunda ki insanlar ise genelde aynı sınıfın insanları oluyordu, belki de Karaköy vapurunun çekiciliği de bundandı. Ama nedense bugün bu her kesimden insan biraz fazla gelmişti, bunalmıştı, daha steril bir ortamı özlemişti. Vapurun tabelasına bakınca Haydarpaşa’ya uğrayacağını görmüştü ki bu da yolculuğun biraz daha uzayacağı anlamına geliyordu, canı sıkıldı. Yorgundu bir an önce eve gitmek istiyordu.
Üst kata çıkmaya karar verdi, merdivenleri çıktı, sonra vazgeçti ve diğer taraftan merdivenleri indi. Gemilerde “halat mahali” denilen bölüme geçti. Oturamıyordu, ayaktaydı. Karşıda gençten bir çocuk baca gibi sigara içiyordu, üstelikte şehrin her tarafına yenice asılan “sigara içilmez” tabelasının hemen altında. İçinden çocuğu paylamak geçti, şirretleşmeyeyim diye düşündü. Ama bir adamın çocuğa birşeyler dediğini duydu. Çocuksa bu durumdan hiç gocunmadı, gocunacak bir tipe de benzemiyordu zaten. Çok geçmeden kendi yanındaki adam da sigara içmeye başladı, bir müddet neden kendi halkının bu kadar çok yasakları delmeye meyilli olduğunu düşündü, üstelik delinmeye çalışılan yasaklar da delinmesi illa gereken yasaklar değildi. Uzun süredir desteklediği tek yasa sigara yasağı olmuştu. Adama da birşey diyemedi, akşam akşam kimseyle kavga edecek gücü kalmamıştı.
Vapur Haydarpaşa’ya yanaşıyordu, görevli gelip önünüdeki zincirleri açmaya çalıştı, demek ki Haydarpaşa yolcuları buradan bineceklerdi vapura. Bu sefer güvertenin öbür tarafına ilerledi, böylece o çok sevdiği İstanbul siluetini doya doya izleyecekti, hem belki de biraz içi sakinleşirdi. Vapur tekrar hareket etti. Dalgakıranların ucunda iki tane deniz feneri vardı, birisinin ışığı kırmızı, öteki beyaz. Kırmızı olan bir saniyede yanıyordu, bir saniye ise sönük kalıyordu, beyaz olansa 1,5 saniye boyunca falan yanıyordu galiba. Böylece zaman zaman beraber yanıyorlardı, bazen de ayrı ayrı zamanlarda. Sanki yolda birbirini uzaktan görmüş, tanışan ama çokta fazla tanışmayan iki insan gibi, önce kim selam verecek diye bekliyorlar, sonra aynı anda selam verip yollarına devam ediyorlardı. Ya durup konuşacak zamanları yoktu ya da ortak bir noktaları.
Önünde uzayıp giden dalgakırana baktı, kulağında o çok bildiği melodi çalıyordu, yenice gruplardan biriydi bu, iyi bir çıkış yapmışlardı. 3 senedir aynı hevesle dinliyordu bu çocukları. Çocuk dediklerini esasında kendi yaşı kadar mzik geçmişi vardı onu da biliyordu. Dalgakırana ve fenere tekrar baktı, önce kendisinin durup fenerin hareket etmesini algılayamadı, sonra taa ortaokul yıllarında öğrendiği fizik kuralını düşündü, her zaman bu kural ona mantıksız gelmişti ama gerçekte oluyordu işte. Daha doğrusu gerçekte olduğunu bildiği birşeyin böyle hesaplarla önüne dayatılmasının mantığını hiç anlamamıştı. Dalgakıransa inanılmaz bi uzunluktaydı, hiç bu kadar uzun olduğuna dikkat etmemişti. Acaba gözüm mü yanılıyor karanlıkta diye tekrar tekrar baktı, yanındakine dönüp soracak oldu ama üzerindeki direkleri seçti. Demek bu kadar uzunmuş diye düşündü. Dalgakıranın sonlarına doğru gözü Cankurtaran’a doğru takıldı. Sultanahmet’in ışıkları yanmıyordu. Ayasofya ise bütün ihtişamı ve ışıkları ile karşılarında duruyordu. Sanki yılların intikamını almaya çalışır gibiydi. Gözlerini tekrar fenere çevirdi. Aklından peşi sıra birçok düşünce geçti. “ Dalgakıran bu kadar uzun muydu, Cankurtaran Feneri’ne artık ihtiyaç var mı ki, sanki Galata Köprüsü yanıyor, muazzam bir ışık kirliliği, vapurlar eskiden Köprü’ye yanaşırmış, vapur keşke Beşiktaş’a gitse, dön bak dünyaya, keşke saat daha erken olsa da Galata’dan Taksim’e yürüsem, kesif bir sidik kokusu,nerede bu vapur şimdi, nasıl bir açıyla dönüyor Karaköy’e, ona bir mesaj mı atsam acaba, hele bi gel, kesif bir sidik kokusu, insan kokusu, tramvay vardır heralde, dondurma, kalabalık, insan, koku, bitti.”
Vapurdan bir an önce inmeye çalıştı, gözleri bir çocuğa takıldı. Çocuk İstanbul’u izliyordu, yanında babası vardı, elini çocuğun omzuna atmıştı. Korumak ister gibiydi, daha çok kaybetmemek ister gibiydi. Üstleri temizdi ama sanki İstanbul’a ait değil gibilerdi. Daha doğrusu daha çok baba İstanbul’a ait değil gibiydi. Üzerinde lacivert, çizgili bir takım elbise vardı. Sanki bir Anadolu şehrinden gelmişlerde bayramlıklarını giymiş gibiydi. Her ne kadar çocuğun kıyafetlerinde bu hava yoksa da onun da gözlerinde vardı. Koca şehri içine çekmek istermiş gibi bakıyordu. Aklına Orhan Veli geldi. Bu çocuk acaba şairin İstanbul’unu hiç öğrenebilecek miydi? Öğrenirse kendinin bugünkü halini hatırlayacak mıydı?
Vapurdan alelacele indi. Tramvaya doğru yürümeye başladı. Kalabalığa şaşırdı, demek ki çekinmesine gerek yoktu. Bir setin içine düştü gene. Bugünlerde nedense hep setlerin ortasında buluyordu kendini. Kalabalıkta zar zor ilerledi. Yayaların hiç düşünülmediği, herkesin alt geçit kullanmaya mahkum olduğu Karaköy’de caddenin ortasına attı kendini. Bu saatte o geçite ineceğine şuracıkta bir araba çarpsın, polis ceza kessin daha iyiydi. Tarmvay beklerken seçtiği yola küfretti içinden. Günün yorgunluğu iyiden iyiye kendini göstermeye başlamıştı. Tek düşündüğü eve gitmekti. Ev dediğin de işte küçücük bir yerdi ama kendi içine çekilebileceği bir yerdi hiç olmazsa. Müzik dinleyip gazeteleri karıştırabilirdi. Yeni aldığı kitabın sayfalarında kaybolabilirdi. Başındaki tokalar kafatasını delip geçmeye başlamışlardı sanki ama saçlarını toplayınca da öyle rahat etmişti ki tokaları çıkartmak hiç istemiyordu. Bir de ne zaman kafasındaki tokaları çıkarıp çantasına koysa onları kesin kaybederdi. Tokalarını kaybetmek istemiyordu. Yanında oturan çocuk durakta gördüğü fotorafçıydı, fotoğraflarını inceliyordu. Çocuğun fotoğraflarını görmek için aşırı bir meraka kapıldı, arada kafasını çevirip bakmaya çalışıyordu. Gördükleri genelde başlangıç düzeyinde çekilen fotoğraflardı ama detaylıca incelemek, çocukla iki kelime konuşmak istedi, yapamadı. Sonra aklına birşey takıldı, gülmek üzereydi nerdeyse. Bu çocuk gay miydi acaba? Hiç yakından bir gay tanımamış olmanın hüznünü duydu sonra. Kimse bunun için hüzünlenir miydi acaba bunu bilemeyecekti ama hep iç dünyalarını merak ettiği bu insanlardan birkaçını yakından tanımayı çok isterdi.
Tramvay, otobüs, gene kalabalık, saat on olmuş, çocuk, kadın, erkek, yaşlı, orta kapıyı açar mısınız lütfen, boş akbil sesi, kırmızı ışık, yeşil ışık, ani fren, mezarlık, alışveriş merkezi, köprü, metro, darbuka, gitar, rastalı saç, güzel kız, durak, servis, ev...

II

Eve gelmek bildik bir yere gelmek hep huzur verici olmuştu. Evin kapısını açtı, ayakkabılarını çıkarıp attı. Salona girince ilk dikkatini çeken şey kocaman kelebek oldu. Bu kelebeği sabah kalkınca farketmişti ama hayvan pek bir hareketsizdi, nasılsa ölecek dokunmayayım diye düşündü. O evden çıkarken kelebek pencere pervazındaydı, ama oraya nasıl geldiği muammaydı zira daha önce de pencerenin kenarındaydı, pervaza düşmüş bile olabilirdi ölüp, pek ilgilenmedi. Ama eve dönünce hayvanı tekrar pencerenin kenarında görünce hala canlı olduğunu anladı. Birçok insanın aksine kelebeklerden nefret ederdi. Böcekleri sevmemek ayrı birşeydi ama kelebeklerden, ışığa gelip evdekileri rahatsız etmelerinden, oraya buraya uçmalarından hep nefret etmişti. Kelebeklerden ne kadar nefret etmişse kelebek koleksiyoncularından da o kadar çok nefret etmişti. Doğadan koparıp bir hayvanı iğneyle bir takım ıvır zıvıra tutturup sergilemek çok insanlık dışı geliyordu ona. Hayvanı ne yapacağını bilemedi, eğer uçarsa panikleyip çığlık atardı ama çığlık atmak için çok geç bir saatti, camı açtı, gazeteyle hayvanı ivmelendirmeye çalıştı, onu dışarı uçurmaya çalıştı ama hayvan oralı olmadı. Bunun üzerine gazetenin arasına alıp dışarı attı, ölmediyse de ölmek üzereydi heralde diye düşündü.
Mutfakta dünden kalan dondurma vardı, vanilyalı. Gidip bir kaba koydu yarısını. Bugün vanilya günü diye düşündü, akşam üstü de vanilyalı bir kahve içmişti. Bir an bugün harcadığı parayı düşündü. 3 günlük harçlığını bir günde yemişti, içi acıdı, daha dikkatli olmaya karar verdi. Dondurma ile salona geçti. Gazeteyi karıştırdı, okumuyor daha çok dondurma yerken kendini oyalıyordu. Bu haftasonu çok yalnız geçti diye düşündü. Biraz asosyal bir haftasonu olmuştu. Öyle olmasını kendisi istemişti. Kendisiyle yalnız kalmak istemişti, çalışması gerekiyordu, düzenlemesi gereken bildiriler vardı, birkaç yazı yazması gerekiyordu. Ama yapması gerekenleri de yapamamıştı. Bildirileri internet yüzünden düzenlenmemişti. Evdeki bağlantısında üç gündür sorun vardı. Yazmak istediği yazıları yazacak kadar çok şey birikmemişti kafasında. Sadece okumuştu bütün haftasonu. “O”nu özlemişti bir de. Görüşememek yorucu ve yıpratıcı olmaya başlamıştı ama hayat böyleydi. Bunu da bir sınav gibi görmeye çalışıyordu. Eğer dayanabilirlerse mükafatlandırılacaklardı ama gene de dayanmak zor geliyordu. Akşamları bomboş eve dönmek canını sıkıyordu bazen. Böyle zamanlarda yaşlıları düşünüyordu. Eşleri ölüp gidenler vardı. Yapayalnız kalıveriyorlardı. Çocukları varsa bile hayatın hır güründe gene de yalnız kalıyorlardı. Onları düşününce durumuna şükrediyordu. Ama günün birinde onlardan olabilirdi, o zaman ne yapacaktı hiç bilemiyordu. Belki de şu dirayetli yaşlılardan olurdu. Böyle bir kadın tanıyordu, tüm kalbiyle takdir ediyordu onu. Onun gibi yaşlanmak istiyordu eğer yalnız kalacaksa. Tam bir hanımefendi olarak, yalnız olmasına rağmen yalnız olmayarak, kendini en azından oyalayarak...
Ne kadar dondurma kalmıştı acaba? Gidip bitirse miydi, yarına mı kalsaydı? Yarında meyve yerdi, şu dondurmayı yese baya mutlu olacaktı. Gidip kalanını da kaba koydu. Yerken pişmanlık duyacağını biliyordu. Ama gene de yedi, durdurmaya gerek görmedi kendini. İlginç bir şekilde pişmanlık falan duymadı, sadece üşüdü birazcık, kalkıp polarını giydi, hava o kadar da sıcak değilmiş diye düşündü.
Müzik konusunda hep kararsız bir insan olmuştu. Şu insanı çok severim diyemiyordu. Genelde cdyi müzik setine koyuyor, ikinci şarkıdan sonra beğenmeyip değiştiriyordu. Bu böyle birkaç kere devam ediyordu. Son bulduğunda da genelde aradığını bulduğu için değil aramaktan yorulduğu için durmuş oluyordu. Genelde böyleydi. Aramaktan yoruluyordu, bazı şeyler kolayca çıkıversin istiyordu, çıkmıyorlardı. Aramaktan yoruluyor, vazgeçiyordu. Annesi kızardı bazen yeteri kadar mücadele etmiyorsun diye. Ama hayata bakışı tamamen böyleydi yapabileceği birşey yoktu. Onun için hiçbirşey kazanmak ve kaybetmek ekseninde değildi. Ona göre ancak savaş varsa mücadele etmek gerekirdi. Savaşa ise zaten karşıydı. Doğrusu fazla pasifti bile denilebilirdi. Ama yirmibirinci yüzyıl insanının doymak bilmez hırsından, mücadelesinden, haklı olma yarışından o kadar bıkmıştı, tiksinmişti ki basit bir cd için bile artık arama zahmetine girmiyordu. Gücünün yetmediği yerde bırakıveriyordu. Çok umrunda da değildi kimsenin ne söylediği. Mücadele etmiyorsun diyorlarsa etmiyor demekti, istese ederdi, istemiyordu, mutluydu böyle. Bu akşam da müzik dinlemeye karar vermişti, şu anda duyduğu şeyse gürültüden başka birşey değildi. Canı sanki obua dinlemek istiyordu ama yerinden kalkıp o cdyi bulduğuna değmeyecekti, nasılsa sıkılıcaktı.
Böyle böyle düşünürken gözü önce saate takıldı, yatmayı planladığı saatten yarım saat geçti. Üstelik daha duş alacaktı. Kafasını kaldırınca boş dondurma kasesini gördü. İçi sıkıldı. Yatmadan yıkaması gereken birkaç bulaşık vardı. Kendi de yıkanmak istiyordu. Yıkanmak deyince aklına çamaşırlar geldi, bu fikri hemen kafasından uzaklaştırdı. Şu anda onlarla ilgili yapılacak birşey yoktu, çok geç olmuştu çamaşır için. Yarın birşeyler düşünürdü. Kalktı, cdlerin durduğu rafa doğru ilerledi. Obua cdsini aradı uzun uzun. Buraya koyduğundan bal gibi emindi ama bulamıyordu işte. Canı sıkıldı, yatak odasına gitti, oradaki cdlere baktı, orda da değildi. Bilgisayarın içinde olabileceği geldi aklına. Ama bilgisayarda kapalıydı. Açmaya üşendi. Salona döndü, dondurma kasesini tezgaha koydu. Odaya döndü. Sarı havlusuna baktı, bu da kirlenmiş dedi kendi kendine. Soyunup havluya sarındı, düzgün köpürmeyen ama çok güzel kokan duş jellerinden birini alıp banyoya gitti. Kafasına birşey takılıp duruyordu eve geldiğinden beri, buldu sonunda buharlı aynaya bakarken. Acaba dedi o çocuk Orhan Veli’yi hiç tanıyacak mı?
25/05/08 00.43

15 Mayıs 2008 Perşembe

Yine düştük yollara

19 Mayıs tatil planlarım iki gün içinde tepetaklak olup farklı bir şekle girdiler. Eğer planladığım gibi yapabilirsem çok yorucu ama çokta ilginç bir hafta sonu olacak.
Annem 19 Mayıs'ta Eskişehir'e gitmemi rica etti, eğer bir planın yoksa tabii dedi. Esasında Bartın-Amasra planlamıştık ama aklımda annemde kaldı, neyse. Planlarımız da zaten bir şekilde yattı, ben eve gitmeye karar verdi. Teoride cuma günü evde olup, akşam üstü köfte ekmek yiyecektik annemle ama galiba köfte ekmeği pas geçeceğim çünkü öyle görünüyor ki cuma akşamüstü Ankara'ya gideceğim, Hande ile Pinhani ve Yeni Türkü dinleyip cumartesi sabahı beraber geri döneceğiz. Bu arada perşembe akşamı da Yeni Türkü dinliyorum o ayrı;). Pazar günü ise Trilye gezisi planı yaptı annem. Pazartesi de sanırım evde azıcık yatabiliriz ama çok olacağını sanmıyorum yani, bence azıcık olacak:) Pazartesi gece zaten İstanbul'a dönmek üzere yola çıkacağım. Böyle yoğun geçecek mi bilmiyorum ama planlamak bile heyecan verici. Bu arada birçok fotoğraf fırsatı doğacak sanıyorum ki bana.
Eğer benim yerime valiz toparlayan birileri olsaydı seyahat etmek çok daha eğlenceli olurdu. Ama baya pratikleşmişim, tam 10 dakika sürdü eşyaları seçip valize koymak. Bir şeyleri unuttum mu diye şüpheleniyorum zaten. Ama penyeler, yedek pantalon, çorap, çamaşır, takı toka, şarj aletleri tam. Diş fırçası tarak gibi ıvırzıvırlar evde zaten var. Sanırım herşeyi tamamladım.
MP3'lerin içinde Bulutsuzluk Özlemi'nin senfonik bir konser kaydını buldum, üç gündür dönüp dönüp dinliyorum, çok güzelmiş. Hele her daim klasik ama bazen fazla klasik olan Sözlerimi Geri Alamam'ın bir yorumu var ki dönüp dönüp dinliyorum. Bulursanız kaçırmayın diyorum.
Heyecandan yerimde duramıyorum. Gidip bulaşıklarımı yıkayayım bari de belki biraz sakinleşirim.
Haftaya görüşmek üzere...

11 Mayıs 2008 Pazar

Aylin Aslım






İTÜ Spor Şenliği '08 kapsamında cuma gecesi Aylin Aslım konseri vardı. Yıllar önce ilk dinlediğim zamanları düşündüm. O zamanlar daha ortaokuldaydım, annemin öğrencileri benim kasetimi dinlemişlerdi ve eroinman olduğumdan şüphelenmişlerdi. Aylin Aslım o zamanlar Türkiye için bir hayli farklı bir müzik yapıyordu, pek fazla insan anlamıyordu çevremde. Ben çok sevmiştim, hala severim. İyi ki farklı olmuş diyorum.
İTÜ konserleri bu sene pek bir sönük geçti bence, Pinhani geldi, Kargo geldi, Aylin Aslım geldi ama sanki lise konseriymişçesine saat 23.30'da bitti konserler. Neden böyle oldu anlayamadık, daha biz konsere yeni ısınmışken hep sahneden indiler. Umarım seneye daha iyi olur.
Gelen her üç grubunda canlı performansları inanılmazdı ama. Sanki playback yapıyorlar gibiydi, adamların hiç birisi en ufak bir yorulma belirtisi göstermediler, gerçekten de hepsi işini biliyor dedim.
İlk defa konser fotoğrafı çektim, tabi ki pek birşeye benzemedi ama sizinle paylaşmamı engellemeyecek bu. Fotoğrafların hepsini croplamak zorunda kaldım, seyircilerin arasından çekince istenmeyen kafalar, kollar da kadraja girebiliyor.
Yarın fotoğraf atölyesi var ama ne yazık ki doğru düzgün hiçbirşey hazırlayamadım. Duygu ile bir araya gelip çekim yapamadık, bir kaç self portre çektim ama gerçekten de self portre işi hiç bana göre değil, ruhum daralıyor. Fotoğraf çektirmeyi seviyorum, fotoğraf çekmeyi de seviyorum ama kendi fotoğrafını çekmek başka birşey, insanı sinir ediyor. 15 gün sonra elimde güzel fotoğraflarla gitmek istiyorum atölyeye.
Gece çok geç oldu, uykum geldi, lafı uzatamayacağım sanırım daha fazla. İyi geceler efenim:)

8 Mayıs 2008 Perşembe

Pinhani

2 sene önce Anıl'ın ısrarlarıyla Pinhani dinledim. İlk dinlediğimde ısınamamıştım hatta. Biraz garip gelmişti, birkaç gün sonra tekrar dinleyeyim dedim sakin kafayla. Ne kadar güzel parçaları varmış dedim. Bütün bir yaz boyunca dinledim. Basit olaylar üzerine küçük şarkıları vardı. Haftasonu için yazılmış, sevgili için yapılmış, bozkırlara gitmek üzerine yazılmış bazen eğlenceli, bazen hüzünlü ama insanı alıp götürüveren şarkılardı bunlar.
Sonra araya Kavak Yelleri girdi, grup bir anda aşırı populer oldu. Önceden bilinmeyen şarkılar şimdi KAvak Yelleri adıyla bilinir oldu. Tabi ki sevdiğim bir grubun devamlılığı için önemli bir adımdı bu, para kazanırlarsa bu işi daha iyi rahat yürütürlerdi. Ama gene de içime sinmemişti bu kadar populer olmaları. Affettim tabii gene de nede olsa çok seviyorum.
Ve sonunda 25 Nisan'da ikinci albümleri geldi, Zaman Beklemez. Bu sefer şarkılar biraz biliniyorlar, dizi sebebiyle ortalıkta dolanıyordu sürekli. Ama gene de o naif havasından birşey kaybetmemişler. Özellikle Yansın isimli şarkıyı o kadar çok beğendim ki hergün 5-6 kere dinlemezsem eksiklik hissediyorum.
İlk albüm çıktığında yanlış hatırlamıyorsam Sinan bir açıklama yapmıştı bütün şarkılar bir sevgili için yazıldı diye, ilk albümdeki şarkılar da buna uygundu. Eğer bu albümdekilerde bir sevgili için yazıldıysa sanırım bu sefer sevgili ile işler pek iyi gitmiyor, albüm biraz daha karamsar zira. Böyle de bir spoiler yapmış olayım size:)
Bir de Sinan '79 doğumluymuş, inanamadım. Küçücük gösteriyor yahu insan nasıl bu kadar genç kalabilir?
Grupla ilgili detaylı bilgi için www.pinhani.com Ordan sonra da yolunuz ilk müzik market olur zaten kanımca.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Ulaşım


Eskilerden, öylesine...