Ayaklarımızın altını şişiren birinci günümüzden sonra bugün
sırada Dünyanın en büyük mağaralarından biri olan Jeita Grotto, en eski
yerleşim birimlerinden birisi Byblos ve Harissa var. Sabah kahvaltısında
otelimizde kalan hanım kızlarımızın Buddha Bar’daki Türklerden şikayetlerine
kulak misafiri olduk ayyy her yer Tuuuurk şeklinde konuşan bu hanım
kızlarımızda Türktü tabi ki ve ben de sağlı sollu dalma isteği uyandırdılar.
Kahvaltıdan sonra otelin önüne çıkınca önceki gün gördüğümüz taksicilerden
birisi ile pazarlık etmeye başladık. Annemden aldığımız bilgi doğrultusunda bu
gezinin 100 dolar olduğunu biliyoruz. Aşağı inebilir miyiz bilmiyoruz (karı
koca çok kazmayızdır pek pazarlık yapamayız.) ama en azında ödeyeceğimiz
maksimum rakam bu. Bir de Beyrut’a gidenler
hep taksilerinin Mercedes falan olduğunu anlatıyorlar ama ben bunu
anlamıyordum. Ne alaka diyip durdum. Bizim konuştuğumuz taksici aşağı yukarı
bizim yaşlarımızda, fırlama bir Arap delikanlısı. 120 dolardan 110 dolara indi,
Uğur 100 olsun düz olsun dedi olurdu olmazdı derken kendimizi takside bulduk ve
o an Mercedes’i anladım. Bu taksi 1985 model bir Mazda. Araba benimle yaşıt
neredeyse. Beyrut trafiği malum, gideceğimiz yerin neresi olduğunu da
bilmiyoruz ama bindik bir alamete. Fadi sürekli ama sürekli konuşuyor. Kendi
çapında fena olmayan bir ingilizcesi var ama arabanın içindeki gürültü
seviyesinde Fadi’nin söylediklerini anlamak çok zor. Fadi de bizi anlamıyor ama
susmuyor da. Sürekli bir neee, kim demiişşş hali var aramızda. Fadi bizi önce
Jeita’a götürüyor. Jeita yolu bana bizim Oylat civarını hatırlattı.
Ben Pan'a benzettim ama???
Gerçekten
de yemyeşil, bir ırmak akıyor. Yol biraz virajlı ama hayli güzel bir manzara
var. Jeita’nın girişi kişi başı 12 dolar. Biliyorum bir mağara için çok geliyor
kulağa ama içeri girince verdiğiniz parayı unutuyorsunuz bile. Jeita iki katlı
dev bir mağara. Üst kat her zaman ziyaretçilere açık, alt kat ise zaman zaman
kapanıyormuş. Üst mağaraya teleferikle çıkılıyor. İçerde fotoğraf çekmek yasak,
makinalarınızı cep telefonlarınızı falan hep kilitli bir dolaba bırakıyorsunuz
girerken. Mağaranın içinde ölçülerle aram biraz kötüdür ama yaklaşık 250 metre
sanırım yürüdük biz. Yolun sonundan sonra hala mağara bitmemişti ama ilerlemenize izin verilmiyor. Bu mağara
Alanya’daki Damlataş mağarası ile aynı oluşum. Sarkıtlar ve dikitler var ama
bunu Damlataş ile kıyaslamak hayli yanlış olur. Damlataş bunun yanında sayılmaz
ki. Dikitler devasa boyutlarda. Aşağı yukarı 12000 sene öncesine
tarihleniyorlar. Öyleki bir sarkıt mesela erinde kopmuş, düşmüş. Üzerindeki
oluşum devam edip tekrar tepeden gelenle birleşmiş. Gerçekten de hayatımda
böyle bir doğal oluşum görmemiştim. Bu arada oteldeki kız topluluğunun biraz
daha salakları burda da vardı. Son moda kıyafetleri ile mağara gezmeye
gelmişler, Allahım ne kadar eğleniyorlar falan. Bazen gerçekten de biz Türklerin
davranışlarını görünce Allahım yarattın neden takip etmedin diyorum. Mağaraya
parmak arası sandaletle veya poponun altında biten şortla gelmenin mantığı
nedir arkadaşım? Ya o açıkta kalan poponu akrep soksa? Ah keşke soksa mı
demeliyim acaba bilemedim ki? Neyse. Teleferikle çıktık, trenle veya yürüyerek
inilebilir. Ben tabi ki trene bindim. Çocukluğumdan beri böyle oyuncak gibi
görünen trenleri çok severim. İndiğimiz yerde de alt mağarayı geziyoruz. Alt kata
da makina sokmak yasak ama bu sefer başınızda dikilip herşeyinizi kontrol eden
görevliler yok, belki profesyonel makina ayıp olur da bence en azında
telefonunuzu sokup çekim yapabilirsiniz. Biz sokmadık çünkü çok nizami
insalarızdır. Ama pişman olduk resmen. Alt mağarada kayıkla ufak bir tur atıyorsunuz
çünkü burasının içinde bir göl var. Bu kat ise içerdeki su seviyesine göre
açılıyor, biz şanslıydık. Ben kendimi miteolojideki yer altı gölünde gibi
hissettim. Yolun sonu Kerberos’a çıkacak diye endişelenmedim desem yalan olur.
Çok güzel ve farklı bir deneyimdi, esasında dönüp tekrar kayığa binip bir tur
daha atmadığıma pişmanım. Bir de tavsiye ne yapıp edin kayığın en önüne oturun.
Biz şans eseri oturduk ama iyi ki oturmuşuz. Kayıklar 10 kişilik galiba. İkişer
ikişer oturuluyor. Elektrik motoru kullanıyorlar, tamamen sessiz.
Jeita’dan çıktıktan sonraki durağımız Byblos. Durak dediysem
aşağı yukarı 80 km ötede bir durak burası. Byblos Lübnan’daki en eski yerleşim
merkezi. Her ne kdar kazı çalışmaları
ile çok büyük bir kısmı ortaya çıkmışsa da gene de çok fazla bir şey kalmamış.
Küçücük bir tiyatrosu var, bir kaç sütun bir de. Ama sütunlara, Akdeniz’e ve
bir de Lübnan’ın meşhur sedirlerine bakınca bir anda kendinizi çok eski
çağlarda, Roma İmparatorluğu’nda bulabiliyorsunuz. Byblos’un bir de liman kısmı
var. Liman kısmında da Chez Pepe diye bir balık restaurantını öneriyorlar ama
ben çok pahalı olduğunu okumuştum, Fadi’ye biz biraz acıktık dediğimizde sakın
burda yemeyin çok mu zenginsiniz ki iki kişi dünya kadar para ödersiniz sakın
yemeyin dedi. İyi ya sen istemezsen yemeyiz Fadi dedik. Bir de bizi hızlıca hareket ettirmek istiyor,
Harissa kapanıyor gidelim burda zaman kaybetmeyin diyor. Bu arada limanda
trafikte duran bir adamın önce akıcı bir Fransızca ile, ben İngilizce konuşur
musunuz diyince de akıcı bir İngilizce ile kameramın fiyatını sorması, 400
dolar civarı mı demesi beni benden aldı. Ben o dilleri öğrenebilmek için
yıllardır çabalıyorum, İngilizceyi kotardık ama Fransızca çok zor, İtalyanca
ile açığı kapatmaya çalışıyorum arada ama işte böyle bir anda birisi bir şey
diyince ancak “anglais s’il vous plait” diyebiliyorum. Fadi’nin dediğine göre
Lübnan’da okullarda Fransızca eğitim verildiği için herkes Fransızca
konuşurmuş. İngilizce öğrenmek ise dertmiş.
Lübnan Sediri gerçekten de çok güzelsin.
Byblos’tan sonra günü kapatacağımız Harissa’ya yani Notre
Dame du Liban’a doğru ilerliyoruz. İlerliyoruz dediysek kelle koltukta
gidiyoruz. Fadi bize 80le 160 keyfi yaşatıyor. Anlamadığım şey arabanın tavanındaki
derinin parçalanmış olması. Takla falan atmış olsa gerek diye düşünüyorum ama takla
atsa bu araba biter zaten. Ne yapmış arabaya hiç bir fikrim yok. Dediğim gibi
bildiğimiz bütün duaları okutuyor bize. Beyrutlular Hrıstiyan ve Müslümanlar
barış içinde en sonunda yaşamayı başardıkları için gururlular ama Fadi’ye
Yahudileri sordum, resmen cevap vermeyi reddetti. Lübnan’da Yahudi yoktur diye
düşünüyorum zaten ama emin olmak istedim, arabada böyle bir gerginlik
yaratacağını düşünmemiştim.
Harissa’da dağın tepesine bir Meryem Ana heykeli yapılmış. Teleferikle dağın tepesine çıkılıyor.
Teleferik yolu hayli uzun ve dik. Üstelik teleferik evlere o kadar yakın
geçiyor ki korkuyorsunuz binaya çarpacak diye. Hatta bir binanın balkonuna bu
teleferiklerin geçtiği V şekildenki aletten koymuşlar. Gerçi ordan geçmiyor ama
hani sallansa azıcık geçer. Demem o ki hayli korkunç bir yol esasında.
Bu arada
bizim karnımız çok aç, Fadi’de aç. Ama biz inatla Burger King’e götürmek
istiyor. Belli ki çok seviyor Burger King’i. Bizi geleneksel bir yere götürsene
diyoruz ama yok, Burger’a takmış kafayı. Biz en sonunda bunu yemek istemiyoruz
dedik, tamam ben siz gelene kadar yiyeyim bari dedi. Hayli uzun bir kuyruktan
sonra yukarı ulaşmayı başardık. Yukarıda bir kilise var, biz Pazar günü
gittiğimiz için kilisede de ayin vardı. Ben hep farklı dinlerin ibadetlerini de
merak ederim, utana çekine ayine de girdim sanki neden geldin diyecekler
sonuçta bu bir ibadet. Ama Beyrut’taki ibadet dilinin de Arapça olması çok
enteresan geliyor insana. Sonuçta Arapça ile özdeşleşen din Müslümanlık. Ayrıca
Meryem Ana Heykeli’ne de çıkılabiliyor. Bu tür aktivitilerden biraz çekiniyorum. Ben heykele turistik amaçlarla çıkıyorum ama dua eden Hristiyanlar var. Kimseye saygısızlık etmek istemiyorum. Aynı şeyi camileri gezerkende hissediyorum ama camide biraz daha rahatım galiba. Oranın kurallarını biliyorum sonuç olarak.
Dönüş yolunda benim pestilim çıkmış uyuya kalmışım ama Uğur
ben uyuynca tedirgin olmuş, uyanık kalmak için kendini zorlamış. Fadi bizi kaf
kafamızı yan pencereye vurarak, kah birbirimize vurarak Hamra’ya getirmeyi
başardı. Ertesi gün yolumuz Baalbek tarafına, Fadi telefonunu veriyor ve yarın
da arayın diyor. Ama Fadi bu arabayla 170 kmlik Baalbek yolu nasıl çekilir? Bu
araba o kadar yolu gider mi?
Gece ise karnımız aç, yolumuz Gammayzeh’de Le Chef’e doğru
gidiyor. Bu arada iki gündür Beyrut'ta Holiday Inn otelini ve üzerinde Stop Solidere yazan binayı arayıp bulamıyoruz ama bu gece şehre inerken şans eseri karşımıza çıkıyor. Holiday Inn oteli savaştan bir sene önce açılmış, sonra da ağır top ve roket yaraları almış, savaş anıtı olarak hala ayakta duruyor. Solidere ise Hariri ailesinin gayrimenkul firması ama Beyrutta bir grup aktivist bu oluşumun kente zarar verdiğini düşünüyormuş ve işte karşılığında Stop Solidere çıkıyor.
Bunlarla beraber St. George limanındaki tekneleri de görüyoruz, hiçbirisi yelkemli değil ve hepsi inanılmaz lüks motor yatlar. Görmemişliğin had safhası. Bence Türkiye'de motor yat kullananlar bu yatları görse ağlardı. Hepsi 2013 modeldi desem abartmış olmam. Kalamış'ta böylesi yok, Ataköy'de de olduğunu sanmıyorum açıkçası.
Saint George'dan sonra yolumuz Le Chef'e doğru gidiyor gitmesine de saat mi geç, yoksa Pazar gününden mi bilmiyorum
da restaurant kapalı. Karnımız açlıktan kazınıyor, Gammayzeh’in de üzerine Pazar
rehaveti çökmüş esasında. En sonunda azıcık tartışarak (bizim yemekler genelde
sıkıntılı kabul ediyorum) Kahwet Leyla’ya oturuyoruz. Uğur ben herşeyi yerim
der ama et yer mesela. Leyla’da falafel, gene fattoush, Beyrut birası, birkaç
birşey daha yedik. Üstüne utanmadan bir de Jallab içtim. Yemekleri hayli
iyiydi. Jallab’ın hayli iyi olduğunu okumuştum ama demek ki hayli iyisi bile
benim damak tadıma uymuyor. Hani içmesen onlarca sene ölmem yani. Bu arada
yemekle ilgili okuduklarımın çoğunluğu http://www.cukurcumatimes.com/’dan
bunu da belirteyim. Bu bogun sahipleri yemek konusunda hayli dikkatliler, bence
sizde bakmadan geçmeyin. Bütün geceyi Kahwet Leyla’da geçirdik. Burası esasında
bir Cihangir kahvesi gibi ama bize Fadi ile geçirdiğimzi günden sonra sakinliği
çok iyi geldi. Bu arada artık Beyrut sokaklarına da alıştık, gönül rahatlığı
ile yürüyoruz. Hangi sokak nereye çıkıyor biliyoruz. Akşamları hafif bir
ilkbahar havası var. Uğur’u bilmiyorum ama ben yürümekten çok memnunum. Sadece
ayakkabılarımın ayağımı vurmasından memnun değilim o kadar.
Otele dönüp gene deliksiz bir uykuya yatıyoruz. Bu şehir
bizi ne kadar yoruyor böyle?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder