Merhaba;
Baştan uyarayım, uzuun bir yazı ve bolca fotoğraf var.
Gene uzun bir
aradan sonra 3 günlük bir gezi dizisi ile sizlerleyim. Bu sefer rotamızı her
yerde okuduğumuz Beyrut'a çevirdik, bir de biz bakalım neler varmış neler
yokmuş dedik.
Geçen yaz gittiğim
Güney Afrika'dan sonra güvenli Avrupa topraklarının içimdeki seyahat aşkına
yeterli gelmediğini fark ettim. Esasında gönlümden geçen bir Suriye, bir İran
gezisidir itiraf etmem gerekirse ama Suriye beklenmedik bir şekilde karıştı,
İran ise henüz bana bile uzak gözüküyor. Bizde rotayı nispeten güvenli Lübnan'a
çevirdik. Uçak biletlerini alırken ufak bir tatsızlık yaşadık, sabah
alamadığımız biletlere akşama kadar 200 lira zam geldi, tabi ki canım sıkıldı.
Bir de üstüne benim pasaportum yoktu, 10 senelik pasaporta verdim mi 468 lira
gibi bir meblağ. Kendimi resmen gaspa uğramış hissediyorum. Bu arada seyahat
özgürlüğü için mücadele edenlerde var, onlara destek verenlerde. Sizi detaylı
bilgi için şuraya alayım. Neyse efendim, çıkardım pasaportu, aldık biletleri.
Sırada otel rezervasyonu var. Ben açıkçası huysuz bir insanım, illa ki temiz
bir otel isterim. Bu yüzden de seyahatlerim birazcık pahalıya çıkıyor sanırım.
Hostelde kalanlara, yaşadıklarına falan çok özeniyorum ama ne yapayım ki
huyumla da baş edemiyorum. Yıllarca yurtta ortak tuvalet, ortak banyo mutfak
kullandım açıkçası artık buna katlanamıyorum. Neyse otel içinde Seyahatperest
Özge’nin tavsiyesini dinledim. Hamra bölgesindeki 35 Rooms adlı otelden yer
ayırttım. Sonuçta artık araştırma yapıp, seyahat gününü beklemekti yapacağımız
iş.
Otelle daha önce yazıştığımda havaalanı-otel transferlerinin
olduğunu söylemişlerdi. Her ne kadar Beyrut’a daha önce giden bir arkadaşım
mesafe Taksim-Beşiktaş kadar, taksi de bulursunuz otelden falan çağırmayın
taksi dediyse de ben gece vakti Beyrut’a indiğimiz için otelin transferini
tercih ettim.
Bu arada İstanbul’da havaalanına gitmek ne kadar zorlaşmış
farkında mısınız? Anadolu Yakası’ndan Sabiha Gökçen’e ulaşmak için Kadıköy’e
gidebilirsiniz. Avrupa Yakası’ndan da Atatürk Havalimanı’na Havataş seferleri
var. Ama iki yaka arasında seferler yok. Yani Havaş iptal olduğundan beri iki
yaka arasındaki ulaşım hayli zor. Biz Kadıköy’den Sabiha Gökçen’e gittik ama
Atatürk Havalimanı’na nasıl ulaşılacak? Taksim’den Havataş’a binilebilir ama
elinde valizle Taksim’e ulaşmak ayrı bir çile. Bu uygulamanın neden
yapıldığını biliyoruz tabi ki de,
vatandaşa çektirilen bu eziyet? Ayıptır, günahtır.
Yeteri kadar söylendim, seyahate başlayalım artık. Yola çıkmadan
önceki gün (Cuma) otele mail attım biz geliyoruz bizi kim karşılayacak dedim.
Aa iyiki mail attınız biz de gelmiyorsunuz sanmıştık, kredi kartınızdan ödeme
alamadık dediler. Daha iki gün önce uçak saatlerimi bildirmişim, siz bunu bana
neden o zaman söylemezsiniz değil mi? Zannediyorum ki kredi kartımdan ödemeyi o
gün almaya çalıştılar ama ben onalra sanal kredi kartı numarası vermiştim
rezervasyon yaptırmak sitediğim gün. Tabiki aradan aylar geçmiş, o limitte
iptal olmuştu. Neyse ki sorun çıkmadı, bir oda bulduk. Çift kişilik yatağı olan
bir odayı özellikle istememe rağmen ilk girdiğimiz oda iki tek kişilik yataklıydı,
eeeh yeter artık dedim. Odamızı değiştirdiler. Beyrut’a gece geç vakit indik
ama ben size baştan söyleyeyim. Beyrut küçücük bir şehir değil, havaalanı-şehir
arası da Taksim-Beşiktaş falan değil. Beyrut Kadıköy kadar diyenlere Kadıköy’ün
de Maltepe’ye kadar uzandığını belirtmek isterim, Kadıköy çarşıdan ibaret
değil. Cuma gecesi otele geldik ve direk uyuduk. Ertesi gün uyandığımızda saat
10a varıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Otellerin camlarında çok kalın bir perde
var ve sabah olup olmadığını anlamak imkansız. Işıksız uyanamayanlardansanız bu
perdeyi açıp uyumanızda fayda var. Kahvaltıda otelde pek çok Türk kaldığınız
anladık. Bu arada belirtmedim ama biz 23 Nisan tatilinde gittik Beyrut’a bu
yüzden de gerçekten de her yer Türk kaynıyordu. İlk gün planımız Down Town.
Hamra’dan çıkıp şehir merkezine doğru yürüyoruz, resepsiyondan
aldığımız bilgiye göre 25 dakikada varırız merkeze. İyi o zaman dedik
kaptırdık. Beyrut biraz İstanbul gibi, yokuşlu, inişli çıkışlı. Yürümek yorucu
olabiliyor. Aldırmayın devam edin. Esasında taksiye de binilebilirdi ama ben
şahsen bir şehrin en iyi yürünerek keşfedildiğini düşünüyorum. İlk dikkatimizi
çeken her yerde de yazdığı gibi korkunç trafik oluyor. Nasıl gürültülü, nasıl
yoğun, inanamıyoruz bu karmaşaya. İkinci dikkatinizi çekecek nokta ise, her
köşe başında göreceğiniz askeri nöbet mevzileri. Beyrut’un toplam nüfusu 2
milyonmuş. Bunların askerlik çağında olanı en fazla 200 bin olsun hadi. (Askerlik
zorunlu mu, gönüllü mü bilmiyorum da biz zorunlu olduğunu düşündük) O kadar çok
nöbet noktası var ki askerlere çok sık nöbet geliyordur diye düşündük, zaten
onlarda bunun farkında, iki adım ötedeki mevzideki askerle sohbet ediyor, volta
atıyor. 25 dakikayı biraz geçen bir yürüyüşün ardından saat kulesini de içeren
Nejmeh Meydanı’na ulaşıyoruz.
Bu bina yolumuzun üzerindeydi ama Bayrut'ta bu tür binalar çok fazla. Bu bina savaştan beri var galiba çünkü üzerinde pek çok kurşun deliği vardı.
Terkedilmiş bir bina.
Ulaşıyoruz dediysem, saat kulesine
yaklaşamıyoruz, meydana giden bütün yollar kapalı. Etrafında dönüp duruyoruz.
En sonunda bizim giremediğimiz sokaklarda yürüyen insanları görünce görevli
askere burdan yürüyebilir miyim diye sordum, tabi ki dedi. Meğer barikatlar
arabalar içinmiş, sonradan gördüm ki barikatlarda insanların kaldırıp
geçebileceği yerler var. Biz meydana ulaştığımızda neredeyse öğlen saatiydi,
heralde akşam daha hareketli oluyordur diye düşündük çünkü sokaklarda çok az
insan vardı. Burada görmeyi planladığımız yerler Al-Omari Camisi, Mohammad
Al-Amin camisi, St. George Katedrali ve Place des Martyrs. Saat Kulesi’nin
hemen karşısında duran St. George katedrali ile başlıyoruz. Katedralin içi tam
bir ortodoks katedrali, hatta Büyükada’daki Aya Yorgi Kilisesi’ne çok benziyor.
Ama bütün ikonalar, süslemeler yepyeni.
Katedralde bizimle beraber bir de
Fransız grup var. Rehberleri bir papaz. Sanırım daha dinsel amaçlarla
geziyorlardı. Kilise görevlilerinden biri yanımıza gelip siz bu grup aşağıya
inmeden hemen aşağıyı gezin dedi. Biz de aşağıya indik. Alt katta katedralin
tarihsel gelişimiz görüyosunuz. Esasında küçücük bir yer. Ama ibadet yerleri
ile ilgili bir olgu vardır ya genelde, dinler değişir, ibadet yerleri hep
sabittir. Burda da öyle bir durum var, Roma döneminden beri defalarca yıkılmış, defalarca da tamir edilmiş
St. George Katedrali. En son iç savaştan sonra bugünkü haline kavuşmuş.
Bu çiçekten daha sonra İstanbul'da da gördüm.
Katedralden
sonraki durağımız mavi kubbeleri ile Mohammad Al Amin Camisi. Sultanahmet
camisi örenk alınarak onun daha küçüğü olarak inşa edilmiş bir cami tabiki bizi
çok etkilemiyor ama burdan aydınlatma tasarımcısı arkadaşlara sesleniyorum. Bu caminin
avizeleri gibi avizeleri kullansak ya bizde. En azından tavandaki süslemeleri
de görürüz.
Caminin hemen çıkışında ise Rafik Hariri için yapılan mezar var.
Halkın çok sevdiği Hariri ve 7 koruması zırhlı aracının içinde öldürülmüş 1 ton
patlayıcı ile. Suikastı üstlenen yok. Ancak bu kadar çok sevdikleri insana
yapılan mezarı algılayamadık. Sanki kaldırılıp başka bir yere götürülecekmiş
gibi, çadırın içinde yol kenarında, şantiyenin içinde kalmış. Hariri’nin
mezarının karşısındaki Place des Martyrs yani Savaş Anıtı o an ters ışıkta
kaldığı için biz tekrar döndüğümüzde bakmaya karar verdik.
Place des Martyrs ve arkada Mohammad Al Amin Camisi.
Ben saat 5 olmadan milli müzeyi görmek istiyorum, bu yüzden de
Damascus Caddesi boyunca yürümeye başlıyoruz.
Eskiden sinema salonuymuş, savaşla beraber terkedilmiş.
Daha önceden edindiğim bilgiler
doğrultusunda söyleyebilirim ki gerçekten de haritalar çok başarılı değil. Gideceğiniz
yer konusunda aşağı yukarı bir fikir veriyor ama telefonunuza indireceğiniz bir
harita ile işiniz daha rahat olur. İphone için ve Android için bir uygulama
indirmiştik biz, özellikle iphoneda GPS ile birlikte çalışan harita hayli
başarılıydı. Damascus caddesi hayli uzun. Esasında müzeye gitmek için taksiye
binebilirsiniz. Biz ana cadde boyunca yürürken biraz acı çektik çünkü kaldırım
bitti, yolda kaldık, arkamızdan arabalar, motorsikletler geliyor, gürültü
patırtı falan biraz yıpratıcıydı. Biz yorulduk yürürken ama Beyrutlular için
pek önemli değil gibiydi, aynen devam ettiler yürümeye.
Sokak aralarında bu tür binalar çok var. Balkonlardaki perdeler de geleneksel güneştenkorunma yöntemi gibi ama çoğu çok eski ve kirli.
Müze ise o karmaşadan
sonra bir vaha gibi geldi bize. Girişte dolar kabul etmiyorlar ama müze
mağazası para değişimi yapıyor. Bu arada Beyrut’a dolar alıp gidebilirsiniz. 1
dolar 1500 Lübnan Livresi’ne eşit, kur sabit. Genelde dolar verdiğiniz her yer
size para üstünü livre olarak dönüyor. Bu yüzden de cebinizdeki paranın hesabı
karışabilir. Üstelik bu livreleri cebinizde eve getirip hayli zarara da
girebilirsiniz, aman diyim. Beyrut milli müzesinde tarihleri ile ilgili bir
sürü obje görebilirsiniz. Esasında elde edilen bulguların çoğu Roma dönemine
tarihleniyorlar. İslam öncesi dönemden pek çok eser var, İslam sonrasında ise o
kadar da çok değildi. Özellikle Byblos’tan çıkarılan küçük heykelcikler çok
enteresandı bence. Eğer hediyelik almak isterseniz müze mağazasında çok olmasa
bile değişik seçenkeler vardı, ama fiyatlar biraz uçuktu ben bakmakla yetindim
sadece.
Müze çıkışında karnımız hayli acıkmıştı. Üstelik sıcak havada
yaptığımız yürüyüş enerjimizi de sömürmüştü. Shawarma denilen bizdeki döner
benzeri yemekten yemeyi kafamıza koyduk, şehir merkezine dönmeyi düşünüyoruz
ama tabi ki taksiye binmeyi düşünmüyoruz. Yol uzun, karnımız aç. Benden pek
beklenmeyecek bir tepki ile müzenin karşısında gördüğüm bizim Bambi benzeri bir
büfede yemeyi öneriyorum Uğur’a. Onun zaten sokak yemekleri ile hiç derdi yok,
hemen oturup birer tabak Shawarma söylüyoruz. Bizdeki büfeler utansın bence.
Shawarmanın yanında marul, humus gibi
ekler vardı. Yani sadece papates kızartması yoktu. Orada yediğimiz Shawarma hayli
lezzetli ama bizim dönere göre biraz yağlıydı. Enerjimizi depoladık, yol bizi
bekliyor. Yolumuzun devamında görmek istediğim yerler Aşrafiye ve Gemmayzeh
mahalleleri. Haritaları okuyarak, biraz da iç güdüsel olarak ilerleyerek
sonunda Aşrafiye’ye ulaşıyoruz. Aşrafiye gerçekten de dendiği gibi hayli lüks
bir mahalle. Bir anda apartmanlar, restaurantlar değişiveriyor. Biz ABC Department Store diye bir yere
çıkmışız, önce girmeyelim ya alışveriş merkezi dedik, sonra merakımıza
yenildik. Bir de tabii siparişler vardı Duty Freeden. Onlar için de fiyat
karşılaştırması yapalım dedik. Sonuçta Beyrut’luların zengin olduğuna,
fiyatların duty freeden fazla olduğuna karar verdik. Biraz etrafta dolandık ve
çıktık. Ve Aşrafiye’nin hemen sonunda zaten Gemmayzeh mahallesine
ulaşıyorsunuz. Burası Lübnan’ın (ya da Fransız kolonyel mimari de denilebilir)
mimarisinin tam olarak korunduğu ender yerlerden.
Gemmayzeh sanatçıların ve gece
hayatının toplanma noktası olarak geçiyor. Rue Gouraud üzerinde pek çok bar ve
kafe var ama gündüz vakti çoğu kapalıydı. Bir gece için Rue Gouraud’a geleceğiz
tabi ki, burası kesin. Şimdi yolumuz gene Place des Martyrs’e dönüyor. Heykelin
yanına gelince üzerindeki kurşun deliklerini görebilirsiniz. Savaş Beyrut’u
acıtmış, incitmiş. Savaşın etkilerini unutmamak içinde bu anıtı yapmışlar. Bir
heykelin hissettirebileceklerinden de fazlasını hissettirdi bana. Esasında gün
batımında Corniche ve Güvercin Kayalıklarına ulaşmak istiyorum ama
yapabileceğimizden emin değilim. Herşeyden önce daha alışamadığımız yollardan Hamra’ya
ulaşmalı, ordan da deniz kenarına gitmeliyiz. Yanlış hatırlamıyorsam saat 6’ya
doğru Hamra’ya ulaşabilmiştik ama Corniche gitmek için şansımızı zorladık. En
azından gidiş yolu yokuş aşağıydı. Hızlıca ilerledik. Bütün gün gördüklerimiz
ve konuştuklarımız burada da geçerli. Beyrut devasa bir şantiye alanı. Savaştan
sonra yeniden yapılanmaya başlamışlar ama ne yazık ki plansızlar. Sokaklar
nerde başlıyor, nerde bitiyor belli değil. Corniche tam da söylenilen gibi,
İzmir Kordon’a benziyor ama ufak bir farkı var. Corniche’de tam deniz kıyısında
50 katlı binalar var. Onların arkasındakiler
de 30 katlı falan. Resmen denize doğru daha da yükselmişler. Bu yükselti
denizden gelen rüzgarı engellemiş, şehrin iklimi değişmeye başlamış. Kimsenin
bunu umursadığı yok gibi ama. Son sürat aşırı lüks binalar yapmaya devam
ediyorlar. Bizim burda yaşadığımızı onlarda yaşıyorlar. Bindiğimiz bir taksinin
şöforü (ki kendisini 2. Gün anlatacağım) bu evleri kim alıyor anlamıyorum
diyordu. Deniz kıyısında biraz yürüyüş yaptık, Güvercin Kayalıkları’na baktık,
biraz fotoğraf çektik.
Oradaki kafelerde de oturulabilirdi ama açıkçası ben çok
haz etmedim buradan. Aşırı kalabalıktı ve bu aşırı kalabalığın çoğunluğu da
nasıl desem bilemedim ama çok Araptı. Beyrut’ta bu klasik Arap kıyafetli
kadınlar ve erkekler pek yok. Anladığım kadarıyla olanlar da diğer Arap
ülkelerinden geliyorlar. Corniche’in biraz ilersindeki Manara deniz fenerine
doğru yürüyoruz ve orada hayatta gördüğüm en komik manzaralardan birisiyle karşılaştım.
Deniz tarafında modern bir deniz feneri var. Bu fenerin haritaya neden
girdiğine anlam vermeye çalışırken kara tarafındaki eski deniz fenerini gördüm.
Eski fenerin önüne bina yapılmış, binanın önünden 6 şeritli sahil yolu
geçirilmiş. Mecburen fener tekrar deniz tarafında yapılmış. Bu manzara sanırım
size Beyrut’taki yapılaşmanın nasıl olduğunu anlatmıştır. Artık ayaklarımızdaki
ağrılara dayanamıyoruz, otelimize doğru yürüyoruz. Hava da ufaktan karardığı
için yolumuzu biraz karıştırarak olsa da otelimize ulaşabiliyoruz. Öğlen
yemeğini geç bir saatte yemiştik, henüz acıkmadık ama yorgunluktan da zaten
açlığımızı hissedecek durumda değiliz. Bu yüzdne biraz dinlenelim diyoruz ve
saat 10a doğru anca uyanıyoruz. Uyanınca da gerçekten çok acıktığımızı fark
ediyoruz. Esasında bana kalsa yemeden yatarım ama Uğur acıkmış ve kebab yemeye
odaklanmış. Hayli meşhur olan Stambouli Kebab bizim otelimize 500 metre gibi
bir mesafede. Biz de ilk gece şansımızı orada deniyelim diyoruz. Bu akdar
yorgunluğun üzerine Arak içiyoruz tabi ki. 14lük gibi garip bir ölçüsü var. Ama
zaten küçük bardaklarda içiyorlar bizim rakı bardaklarımız kadar büyük değil.
Ölçü ise aynı. Bire bir ya da duble.
Okuduklarım arakın insanı çarpabileceği
yönündeydi, alkol oranı rakıdan biraz daha yüksek. Ama bence rakı içmeye
alışkın bünyeniz varsa arakın da rahatlıkla kaldırırsınız hiç dertlenmeyin.
Yediklerimizi de söylemeden geçemeyeceğim, fattaush salatası tek kelime ile
mükemmel. Genel olarak yediğimiz her yerde kendine has ama güzeldi. Her yemekte
onu sipariş edin bence. Kebapları da İstanbul’da kebap yiyenleri ağlatacak
cinstendi. Şimdi gece gece sizi de özendirmeyeyim ama Beyrut’a yolu düşenler
Stambouli’yi pas geçmesinler.
Bu binanın giriş katında o kadar yaşam yok ki pencerelerini bile taşla örmüşler.
Sokak adları genelde numaralarla gösteriliyor. Bence komik olan secteur, yani bölge denmesi. Sektör kelimesi sanki bilimkurgu kitaplarını anımsatıyor.
Evet yazı hayli uzadı, ilk günümüz böyle geçti. İkinci güne
hazırlanın. Neyse ki biraz daha sakin geçecek ikinci günümüz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder