30 Aralık 2008 Salı

Düğün, düğün, düğün






Tezimi bugün bitirdim, çıktılarını aldım, teslim ettim. Çok huzurluyum.


Geçen iki haftadır geceleri 4'te yatmaya alışan bünyemin şimdi de uykusu gelmiyor, çok enteresan.



Yarın Eskişehir'e gidiyorum, çok heyecanlıyım esasında. Evimi özledim sanırım.


Bir de yılbaşında kar var çok hoş değil mi?



Bu fotoğraflar taa sonbaharda bir arkadaşımızın düğününden önceki hazırlık evreisnde çekildi ama nedense bir türlü işlenip bloga konulamadı. Tezi verdim, aklımda olan ilk fotoğraflara daldım.



Bu gece pek yazamıyorum sizi fotoğraflarla başbaşa bırakıyorum.



Eğer görüşemezsek şimdiden iyi seneler herkese:)

26 Aralık 2008 Cuma

Moral-MAN

Moral-MAN diye bir süper kahraman olsa, canı sıkılana koşsa, yetişse, işlerine yardım etse, sarılsa kucaklasa, her hıyarım var diyene tuzlukla yetişse, böylece herkes mutlu olsa, dünya böyle çiçekli böcekli bir yer olsa:)

25 Aralık 2008 Perşembe

Bu bir gün batımı fotoğrafıdır


Dikkat sevgili okuyucu;
Bu fotoğraf tezini yazarken artık hunileri üst üste takan, sıkıntıdan patlayan, fotoğraf çekmek için yanıp tutuşan ama gene dönüp dolaşıp tezini yazan zavallı yazarınızın penceresinden görünce hiç olmazsa deklanşör sesi duyarım diye düşündüğü için çektiği bir günbatımı fotoğrafıdır. Lütfen çok dikkate almayınız. Bri daha ki sefere kedi fotoğrafı yollayacağım:)
Bu satırlara bir paket Crunch eşlik etmiştir.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Adana

Adana'ya gidecekmiş sevgilim acemilikten sonra, hiç görmediği yerleri görüyour:) Bu akşam saat 8'e doğru konuştum, uyuyacağım birazdan dedi, daha saat 8 dedim, burda 9'da yatılıyor sezencim, 5'te kalkıyoruz dedi.kıyamadım, üzüldüm.Dönsün 12'ye kadar uyumasına izin vereceğim:)

17 Aralık 2008 Çarşamba

Gene eskerlik

Buraya yazdığım zırıltıları Uğur'un okumasını istemiyorum esasında, üzülecek diye. Şimdi okuyamıyor ama acemilik bitince okursa da üzülecek. Ama sesini duyamamak ne kadar yoruyor beni...Enteresanmış gerçekten de bu olay, zaman hiç geçmiyor, b,r taraftan geçmemesi iyi tabii, yetiştirmek zorunda olduğum bir tezim var, ama düşünüyorum da Uğur yanımda olsaydı tezimi Mayıs'ta da versem hiç şu kadarcık umrumda olmazdı. Şimdi ise tezime odaklanmalıyım diye düşünüp düşünüp kendimi bir anda fotoğraflarımıza bakarken buluyorum.
Offff bilmiyorum, sanırım bu aralar bu yazılar birazcık beklemek ve askerlikle ilgili olacak, kusura bakmayın. İçimden zaten bişi yapmak gelmiyor.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Hiç kimse bana bu kadar zor olacağını söylememişti, hiç kimse telefonu cevaplayamadım diye ağlayacağımdan bahsetmemişti...

14 Aralık 2008 Pazar

Asker Yolu Beklerim

Sevgili okur;
Aylardır yazmıyorum ama birşey yapmıyorum sanma. Yapıyorum da zamanım yetişmiyordu yazmaya. Artık bolca zamanım var. Sevgilimi askere yolladım, ona söylemedim ama ağladım gene de, halbuki söz vermiştim. Mayıs'ta dönecek ama bana mayıs gelmeyecekmiş gibi geliyor. Sonuç olarak asker yolu bekliyorum. Şafak henüz çok, zira bugün gitti. Eminim daha teslim bile olamamıştır birliğe, sıra falan bekliyordur. Keşke beni bir kere daha arasa. Sabah yetiştim diye aramıştı, bir daha arasa. Meğer bir insanın sesini istediğin an duyabilmek ne büyük bir özgürlükmüş.
Okur bu işler çok zormuş, Allah kimsenin başına vermesin. Umarım herkesin askeri sağlıcakla gidip gelir bir an önce. Yatalım kalkalım gelsinler.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Kızlar Santral'de





Bir süre önce kızlarla beraber Santralistanbul'da gerçekleştirdiğimiz bir çekimden. Esasında bizim için baya önemli bir çekimdi, bir sürü elektrik mühendisi, Türkiye'nin ilk enerji üretim santralinde. Ama ne yazık ki hem bir takım teknik aksaklıklar yaşadık, hem de konsantre olamadık, sonuç olarak çok muhteşem karelerin hayalini kurmuştum ama olmadı. Gene de beğendiğim birkaç kareyi paylaşmak istiyorum.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Huma-I







Hüma'ya sonsuz sabrı ve deli fikirleri için teşekkürler. :) Biraz geç kaldım ama kusura bakma:)

Not: Bloggerın yasaklanması ile ilgili bir yazı gelicek haftaya.

Hüma-II





18 Eylül 2008 Perşembe

Bozcaada-Devam





Gecikmiş Bir Tatil Yazısı: Bozcaada İzlenimleri







Bir aylık bir gecikmeye rağmen tatil yazımı yayınlayabiliyorum hele şükür ki. Bu süreçte öncelile fotoğraf makinam bende olmadığı için, sonra yeni bir tatile gittiğim için, sonra işe konsantre olamadığım için, sonra gene makinam bende olmadığı için falan gibi sebeplerle bir türlü elim varıpta iki satır yazı yazamadım.

Bozcaada'ya 16 Ağustos'ta yola çıktık. Sabaha karşı saat 4 falandı sanıyorum. İstanbul'dan üç kişi yola çıkmıştık. Tekirdağ, Gelibolu, Eceabat, Çanakkale, Geyikli ve Bozcaada rotasını izledik. Bir de Çanakkale'de bize çok sevdiğim arkadaşımız Merve katıldı, ki Merve ile eski yurt günleri gibi oldu aynı odada falan kalınca. Çok özlüyoruz birbirimizi. Neyse. Biz saat 11 gibi Geyikli'deydik ve saat 13.00'daki feribota binmek gibi bir amacımız vardı. İskele o kadar kalabalıktı ki 11'e binemeyeceğimiz çok aşikardı. Ama ne yazık ki biz 13 feribotuna da binemedik, ki bu da bizim Geyikli'de tam 4 saat oturmamıza sebep oldu. Yemek yiyip okey oynadık, ki düşünün ne kadar sıkılmışım, okey oynamaktan nefret ederim oysa ki. Saat 4 gibi adaya ulaştık. Yer ayırtmamıştık, orda buluruz mantığıyla gittik, neyseki fazla aramamıza gerek kalmadan dördümüzünde rahat rahat kalabileceği apart tarzı bir pansiyon bulduk.  Biz gerçekten çok memnun kaldık, hele ki muhteşem manzaralı terasında kahvaltı etmeye doyamadık. Ne yazık ki benim adadaki ilk günlerim çeşitli sağlık sorunlarım nedeniyle çok keyifsiz geçti. Hatta birgün sahile bile gidemedim, güneş sanki beynime beynime işliyordu. Uğur o gün bana eşlik etti, sayfada gördüğünüz fotoğrafların bir kısmı çekildi. 

Ada ile ilgili birkaç temel tespit yapayım isterseniz:

Birincisi ne yazık ki adanın genel olarak pahalı olması. Kalacak yerler pahalı, yemekler çok pahalı ve işin kötüsü biz mi iyisini bulamadık bilmiyorum ama hem dünya kadar para veriyorsunuz hem de yemekler başarısız. Gerçekten de 4 gün yemek yüzünden biraz acı verici geçti bizim için.Köfte ekmek yapan yaşlı bir çift vardı, onlardan köfte yedik birkaç öğün. Biraz yağlı olmakla beraber gene de güzeldi denilebilir. 

İkincisi: Adanın insanı gerçekten de anlatıldığı gibi çok sıcak kanlı. Size sanki misafirleri gibi davranıyorlar. 

Üçüncüsü: Şarapları çok başarılı. Başlıbaşına üç marka vardı: Çamlıbağ, Talay ve Ataol. Herbirinin en az bir çeşit şarabını beğenirsiniz. Her birinden tadın ve ondan sonra satın alın. Yalnız Çamlıbağ'ın üzerinde özellikle durmak istiyorum. Çalışanları, ki aile olduklarını tahmin ediyorum, çok kibar ve bilgililerdi. Bize çeşit çeşit şarap ikram ettiler, gün batımında yememiz için peynir verdiler. En son adadan ayrıldığımız gün yaptığımız çılgın şarap alışverişinden sonra da bir kasa üzüm verdiler, ki bu üzümler bizim sonraki dört günde neredeyse temel besin kaynağımız oldu. Ve inanılmaz bir detay vereyim size, dört gün boyunca hiç dolaba girmediler, hatta sıcak odada tuttuk, arabada kaldılar ama değil sirkeleşme kıvamına geçme, üzümlerin kabukları bile buruşmadı. Ben biraz maddi sıkıntı yaşadım, Mistel (üzüm likörü) alamadım ama internetten sipariş veriliyormuş, ilk fırsatta vereceğim.

Dördüncüsü: Ada'nın kalesini kim restore etmiş bilmiyorum ama o kadar göze batıyor, o kadar çirkin ki dedim bu ülkede bir sürü mimar  var ama şu işleri bir türlü bilen insanlara yaptıramıyoruz. 

Bozcaada'da plajlar yürüme mesafesinde değiller. Biz sadece Ayazma'da denize girebildik, kum olduğu için beni üzdü tabii. Ben çakıllı deniz severim. Ama kumsal sevenler için eminim muhteşem bir tercih olmuştur. Bir de Mitos'un plajında sabahlamaya kalktık ama çadırımız ne yazık ki jandarma bizi bulana kadar ayakta kalabildi, sonra jandarmanın hadi çocuklar toplayın gidin uyarısıyla toplanıp dönmek zorunda kaldık. Aman diyeyim internette okuduklarınızın gazına gelip sabahlarız biz demeyin. Bize denk gelen jandarmalar çok kibardı,biz de kimlikliydik neyse ki ama düşünsenize yanınızda kimliğiniz olmasa geceyi nezarette de tamamlayabilirsiniz.

Ben çok övülen domates reçelini tatmadım bile. Prensip olarak üzerine şeker basılmak suretiyle reçele döndürülen sebzelere karşıyım. Örnek: gül, karpuz kabuğu, patlıcan. Ama karadut reçeli, incir reçeli yedim onlar çok güzeldi. 
Günlerimiz genelde sahilde, gecelerimizse limanda geçti, ay tutulmasına karşı, dolunaya karşı şaraplar içtik, şarkılar söyledik.  Eğlenceli bir gruptuk, güzel bir tatildi, bazen sıkıldık, gerildik, bazense çok eğlendik. 

Adadan ayrıldıktan sonra ise Ayvalık'a gittik ve sanırım orasıyla ilgili hepimizin ortak yorumu şu olacak: i don't want to talk about it. Kısabir özet geçeyim gene de,  Ayvalık'ta kalacak yer bulmak gerçekten sorun, Cunda Adası aklını kaçırmış, oda-kahvaltı 90 lira falan diyorlar kişibaşı. Bir de yeriniz var mı dediğinizde uzun uzun rezervasyon defterlerine bakıp sonra vardiyorlar, iyi de defteri görüyorum yani bomboş. Tabi ki yeriniz olacak. Sanırım kimse parasını sokakta bulmuyor. Uğur'la bir gece gidip bişeyler içelim dedik iki biraya 22 lira  verdik. Yemekler çok kötü, Ayvalık'ın içi kendini hiç yenilememiş, oteller 70'lerden kalmış, Ayvalık tostu diye yediğiniz tostun içindeki malzemelerin kalitesizliği midemizde duyduğumuz acılarla kanıtlandı, bütün Ayvalık'ı dolaşıyorsunuz ama gazete bulamıyorsunuz, Sarımsaklı plajı o kadar kalabalıktı ki denize girmek mümkün bile değildi, çarşıda trafik oluyor, denizi leş gibi kokuyor, bir de çok meşhur sakızlı lorlu kurabiyeleri var ya, yanına bile yanaşmayın, hayatımda yediğim en kötü kurabiyeydi, kim onu bu derece meşhur yaptı bilmiyorum. Eğer canınız lorlu kurabiye isterse google'a tarifini sorun, çıkan bir tabe tarif var zaten onu pişirin. Çok lezzetli oluyor. Gerçekten de Ayvalık bizim için tam bir hayal kırıklığıydı, yer bulmakta o kadar zorlandık ki ordan çıkıp Çeşme'ye gitmeyi de gözümüz yemedi, gerçi bana kalsa giderdim de bizimkiler cesaret edemedi. Sanıyorum ki bir daha hayatım boyunca tatil için adımımı atmam Ayvalık'a. Oysa belli ki eskiden çok çok güzel bir tatil kasabasıymış, şimdi İstanbul'un küçük bir modeli. Daha fazla kötülemeyeyim isterseniz, Ayvalık hayranı birisi saldırmasın:)

Bozcaada ilk başlarda hastalığımında etkisi ile çok başarısız bir profil çizmişti gözümde ama iki gün içinde çok sevdiğimi, bir daha gitmek isteyeceğimi anladım, bir hafta kalamam belki ama 3-4 günlük kısa tatiller için iyi bir kaçış noktası gibi gözüküyor.
Artık çok geç oldu, gözlerim kapanıyor, kafam karışıyor. İy gecele herkese.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Gölyazı-I





Cumartesi günü uzun süredir görmek istediğim Gölyazı'ya gittik Uğur, ben ve Altuğ. Yol biraz uzun sürdü. Uğur feribot yerine körfezi tercih etti. Topçular'dan sonra Bursa'ya kadar yolda muhtelif yerlerde yol çalışmaları vardı. Özellikle dönüş yolunda çok zaman kaybettik, çok ciddi trafik vardı. Gölyazı'ya öğlen saatlerinde ulaştık. Karnımız çok acıkmıştı, gelmişken balık yiyelim dedik. Gölyazı Uluabat Gölü'nün kenarında kurulmuş bir köy. Daha doğrusu gölün üzerindeki bir adaya kurulmuşlar. Eski bir Rum yerleşimi. Selanik'ten gelip yerleşenler vardı mübadele zamanından. Köy göl kenarında olunca yenilen balıkta tatlı su balığı oluyor tabi ki. Biz ızgarada yayın yedik, ben çok tutmadım. Tatlı su balığı bana biraz ters sanıyorum ki. Yemekten sonra köy çevresinde ve sonra da içlerinde bir gezinti yaptık. Bir grup teyzeyle kapı önü muhabbeti yaptık. Bir kısmı ağ onarıyordu, bir kısmı torununa hırka örüyordu. Eskiden gölün kenarında kerevit fabrikası varmış, çok ciddi paralar kazanıyorduk kerevitten diyorlar, sonra göle atık sular bırakılmaya başlanmış , bu da tabi ki ekolojik dengeyi bozmuş, kerevitte balıkta azalmış. Düşündüm de zaten bu tür şeyleri asla önemsemeyiz. Atık sularımızı denize bırakmak bile son derece zararlıyken bir de göle bırakıyoruz. Aklıma Van Gölü geldi. Kapalı havza göle atıklar bırakarak dengeyi alt üst ediyoruz. Kadınların balığa çıkma hikayesini sordum. Dediler ki eskiden bir kayıkta iki adam balığa çıkardı. Parayı ikiye bölerlerdi. Şimdi balık zaten az, eskisi kadar kazanılmıyor, erkekler eşleriyle beraber çıkıyor balığa, böylece kazanılan para ikiye bölünmüyor, tek ailede kalıyormuş. Yani bunun altında feminist sonuçlar aranmamalıymış. Ama gene de düşününce kadınların üretime katılmış olması da çok önemli bir olay bence.
Gölyazı insanı gerçekten çok içten. Her gören hoşgeldiniz nasılsınız dedi. Bir amca bizimle biraz sohbet etti. Teyzelerden biri gelin bende kalın zaten tek başıma yaşıyorum üç katlı evde dedi.
Biraz da vahşi yaşama tanık olduk. Hayatımda hiç leylek sesi duymamıştım. Hani gagalarını birbirine vurarlar onu biliyorum, ama av paylaşımı sırasında da tıslamaya benzer bir ses çıkarıyorlardı. Biraz ürkünç olduğu söylenebilir bence.
Fotoğrafik açıdansa çok doyurucu olmadı benim için. Birkaç leylek fotoğrafında dandik 70-300 objektifimizin azizliğine uğradım ne yazık ki. Gün batımında gölde birşeyler çıkar mı diye düşündük, gün batmadı, güneş bulutların arkasında kayboluverdi. Sokaktaki teyzelerle konuşurken çektiklerimde de bir netsizlik var ne yazık ki. Sanırım hem çene hem el aynı anda çalışmıyor. Bir de fotoğrafları biraz eksik pozlamışım, hepsini PS'de açmak zorunda kaldım. Bir kısmına da filtre uyguladım ama zaten oynadıklarımı siz de fark edebilirsiniz. Üstten üçüncü fotoğraf netsiz biliyorum ama çok beğendim:)
Sonunda bir senelik Gölyazı sayıklamalarımın sonuna geldim işte. Şimdi önümüzdeki rota Bozcaada ya da Kaş gibi görünüyor. Bakalım rüzgar bizi ne tarafa çevirecek.

Gölyazı-II







21 Temmuz 2008 Pazartesi

Assos


Geçen sene 23 Nisan gezisinden kalma bir kare. Tatile duyduğum müthiş özlem sebebiyle:) Fotoğraf Uğur'un mu benim mi hatırlamıyorum tam olarak ama ne yazık ki. Uğur'unsa bile dert etmez sanıyorum:)

11 Temmuz 2008 Cuma

Küpeli



Eskişehir günlerinden iki kare var elimde. Babamın sağlık sorunlarıyla ilgilendiğimiz için genellikle pek birşey yapamadım ne yazık ki. Neyse ki babamı iyileştirdik, artık çalışma zamanı:)
Küpeli çiçeğini anneannem yetiştirirdi ben çocukken. Kocaman olurdu, pek çok çiçek açardı. Anneminki henüz o performansa ulaşmadı. Odam fazla sıcak olmasa ben de yetiştirmek istioyorum ama çok sıcağı sevmiyormuş, güneşi zaten sevmiyor. Ben güneşin önünde biraz çekim yaptım, yaprakları buruşuverdi. Ben sonuçları beğendim, umarım siz de beğenirsiniz.

8 Temmuz 2008 Salı

Kaş

Çekiyor gene Kaş civarları, açıp fotoğraflarına bakıyorum, yazılanları okuyorum, yıldız çiçeklerinin kokusunu hissediyorum burnumda, plajlarında yüzüyorum düşlerimde, özlüyorum, gitmek istiyorum, henüz gidemiyorum

29 Mayıs 2008 Perşembe

Yalnız ve Güzel Ülke

Bu hafta birkaç kere açtım blogu yazayım diye bir türlü bulamadım ne yazacağımı. Uğur'la elele verip bir fotoğraf yaptık, deviantarta koydum, buraya yüklemeyi düşündüm ama fotoğraflar stoklardan alınmıştı, stoklarda sadece DA içinde kullanın diyordu saygısızlık yapmak istemedim. Lütfen ilk PS denememe bakın. Esasında daha çok konsept benim, Uğur'un çok yardımı oldu.
Bugünkü yazımın esas konusu Nuri Bilge Ceylan. Fotoğraflarını çok beğendiğim bir fotoğrafçıydı ama filmlerini biraz da önyargılı davranıp hiç izlememiştim. Cannes'daki başarısını kutluyorum kendilerinin. En kısa zamanda izleyeceğim filmlerini.
Ne kadar da herkes açmış ülkemiz için zarif bir tabir bulmaya. Bir sanatçı kibarlığıyla Ceylan buldu işte sıfatımızı. "Yalnız ve güzel ülke"
Bu kadar sevgili okur, sıkıntılı bir hafta geçiriyorum gene. Toparlyamaıyorum kafamı o yüzden de.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Beşiktaş ve ötesi...

Sevgili okur; aşağıdaki hikayedeki olayların gerçek kişi ve olaylarla ilgisi vardır ve yoktur. Biraz uzun, bir gecede ansızın yazıldı. Beğenmeniz dileğiyle....

BEŞİKTAŞ VE ÖTESİ
I
Kadıköy’den ayrılmak evinden ayrılmak gibiydi onun için. Bu ayrılığın hüznünü biraz olsun azaltmak istiyordu. Vapura mı binsem diye bir düşünce geçti içinden. İskeleye doğru yöneldi. Oraya kadar karar verirdi nasılsa. Kadıköy bir sayfiye yeriydi onun için. Moda’ya çıkıp çay içmeyi seviyordu, barlarda müzik dinlemeyi de, sokak aralarında dolaşmayı da. Bazen balıkçıların ordaki kazı görmek için yolunu uzatıyordu, bazen o pahalı lokantada bir tas çorba içiyordu, hani şu Yanya’dan gelen ailenin işlettiği yerde. Sokaktan geçen insanlara bakmayı bile seviyordu, Taksim’in karmaşa ve yapmacıklığının yerini sakinlik ve kendine has bir doku alıyordu Kadıköy’de. Sokaklarında sanki hala azınlıklar yaşıyormuş gibi geliyordu, sanki herkes eski günlerdeki gibi saygılıydı birbirine. Belki de kendisi burda yaşamadığı için ona öyle geliyordu. Belki de İstanbul’un her köşesi gibi pis bir yerdi bilemiyordu tam olarak. Ama kitapçılarında bile farklı bir huzur vardı ona göre. Kadıköy’de yaşamamak onun için çok üzücü bir durumdu, karşının karmaşasından her fırsatta kaçarak Kadıköy’e sığınıyordu.
İskelenin saatinde 20.51 yazıyordu, ve Karaköy 21.00. İnanmaz gözlerle tekrar saate baktı, sonra kendi saatine de baktı.Saatin dokuz olduğunu düşünmemişti, daha sekiz sanıyordu, yaz saatine hala tam olarak alışamamıştı. Hava tam kararmadan akşam olduğunu bir türlü kabullenemiyordu. Kafasında ufak bir mukayese yaptı. Esasında Karaköy’e gitmek için biraz geç olmuştu, hele ki orda hiç işiniz yoksa da sadece tramvaya binmek için gidiyorsanız baya geçti, ama insanlar arkasından geliyorlardı, hem de bütün gün açık havada olmanın verdiği iç huzurla vapura binmek istemişti, karak vermeliydi bir an önce. Oysa otobüse de binebilirdi, gitmeye çalıştığı yer Beşiktaş ve ötesiyde ne de olsa. Gene de buraya kadar geldim, işte iskeledeyim, madem vapura binmek istedim birazcık tehlikeyi de göze alabilirim diye düşündü. Esas aklından geçen iskele ile tramvay durağı arasındaki mesafeydi. Pazar gecesi oranın sessiz olacağını düşünüyordu ki bu da biraz tedirgin hissetmesine neden oluyordu ama hızlı adımlarla yürür geçerim, başına birşey gelecekse en kalabalık yerde de gelir yapacak birşey yok dedi kendi kendine. Akşamın bu saatinde vapurun boş olacağını, üst güvertede fazla rüzgar almayan, tarihi yarımada manzaralı bir yer bulacağını düşündü, akbil noktasından geçti. İskelede bekleyen insanların arasına karışınca vapura binme kararından çok pişman oldu. Nedense her zaman ona yaşadığını hissettiren bu kalabalık bugün üzerine gelmişti bir anda. Geri mi dönsem diye düşündü, otobüse binebilirdi, bunu birkaç saniye düşündü sadece, biliyordu ki o otobüslerden nefret ediyordu. Muazzam bir hızla otobüsü kullanan şoförlerden de, boşu boşuna yer kaplayan biletçilerden de, akşam saatlerinin son otobüslerine kalan kalabalıktan da, ve o kalabalığın içinde olmaktan da nefret ediyordu. Vapurlarda duyduğu yaşama hisse genelde otobüslerde eziyete dönüşüyordu. Bazen gideceği yerden birkaç durak önce atıveriyordu kendini otobüsten dışarı ama bu ne yazıkki her zaman mümkün olmuyordu. Bir panik atak hastası gibi kalbi çarparak yolun bir an önce bitmesi için kendi kendini oyalamaya çalışıyordu. Bazen dinlediği şarkının sözlerini düşünüyordu, bazen çekmek istediği fotoğrafları, bazen herşeyi bırakıp başka bir yere taşınmayı, bazen sevgilisinin ellerini, bazen ona karşı duyduğu öfkeyi ve sevgiyi. Gene bu tür şeylerle kafasını meşgul etmeye çalışıyordu, sanki bu insanların içinde en kısa boylusu oymuş gibi hissediyordu, genelde de doğruydu bu, insanlardan kısa kalıyordu, belki de bu yüzden daha çok bunalıyordu. İskelenin kapıları açıldı, insanlar sanki vapur onları almadan gidecekmiş gibi bir telaş içindeydiler, koşarak vapura gidiyorlardı. İskeledeki kalabalığa bakınca vapurda aradığı huzuru bulamayacağını anladı. Karaköy vapurunda genelde her kesimden insan oluyordu, Beşiktaş vapurunda ki insanlar ise genelde aynı sınıfın insanları oluyordu, belki de Karaköy vapurunun çekiciliği de bundandı. Ama nedense bugün bu her kesimden insan biraz fazla gelmişti, bunalmıştı, daha steril bir ortamı özlemişti. Vapurun tabelasına bakınca Haydarpaşa’ya uğrayacağını görmüştü ki bu da yolculuğun biraz daha uzayacağı anlamına geliyordu, canı sıkıldı. Yorgundu bir an önce eve gitmek istiyordu.
Üst kata çıkmaya karar verdi, merdivenleri çıktı, sonra vazgeçti ve diğer taraftan merdivenleri indi. Gemilerde “halat mahali” denilen bölüme geçti. Oturamıyordu, ayaktaydı. Karşıda gençten bir çocuk baca gibi sigara içiyordu, üstelikte şehrin her tarafına yenice asılan “sigara içilmez” tabelasının hemen altında. İçinden çocuğu paylamak geçti, şirretleşmeyeyim diye düşündü. Ama bir adamın çocuğa birşeyler dediğini duydu. Çocuksa bu durumdan hiç gocunmadı, gocunacak bir tipe de benzemiyordu zaten. Çok geçmeden kendi yanındaki adam da sigara içmeye başladı, bir müddet neden kendi halkının bu kadar çok yasakları delmeye meyilli olduğunu düşündü, üstelik delinmeye çalışılan yasaklar da delinmesi illa gereken yasaklar değildi. Uzun süredir desteklediği tek yasa sigara yasağı olmuştu. Adama da birşey diyemedi, akşam akşam kimseyle kavga edecek gücü kalmamıştı.
Vapur Haydarpaşa’ya yanaşıyordu, görevli gelip önünüdeki zincirleri açmaya çalıştı, demek ki Haydarpaşa yolcuları buradan bineceklerdi vapura. Bu sefer güvertenin öbür tarafına ilerledi, böylece o çok sevdiği İstanbul siluetini doya doya izleyecekti, hem belki de biraz içi sakinleşirdi. Vapur tekrar hareket etti. Dalgakıranların ucunda iki tane deniz feneri vardı, birisinin ışığı kırmızı, öteki beyaz. Kırmızı olan bir saniyede yanıyordu, bir saniye ise sönük kalıyordu, beyaz olansa 1,5 saniye boyunca falan yanıyordu galiba. Böylece zaman zaman beraber yanıyorlardı, bazen de ayrı ayrı zamanlarda. Sanki yolda birbirini uzaktan görmüş, tanışan ama çokta fazla tanışmayan iki insan gibi, önce kim selam verecek diye bekliyorlar, sonra aynı anda selam verip yollarına devam ediyorlardı. Ya durup konuşacak zamanları yoktu ya da ortak bir noktaları.
Önünde uzayıp giden dalgakırana baktı, kulağında o çok bildiği melodi çalıyordu, yenice gruplardan biriydi bu, iyi bir çıkış yapmışlardı. 3 senedir aynı hevesle dinliyordu bu çocukları. Çocuk dediklerini esasında kendi yaşı kadar mzik geçmişi vardı onu da biliyordu. Dalgakırana ve fenere tekrar baktı, önce kendisinin durup fenerin hareket etmesini algılayamadı, sonra taa ortaokul yıllarında öğrendiği fizik kuralını düşündü, her zaman bu kural ona mantıksız gelmişti ama gerçekte oluyordu işte. Daha doğrusu gerçekte olduğunu bildiği birşeyin böyle hesaplarla önüne dayatılmasının mantığını hiç anlamamıştı. Dalgakıransa inanılmaz bi uzunluktaydı, hiç bu kadar uzun olduğuna dikkat etmemişti. Acaba gözüm mü yanılıyor karanlıkta diye tekrar tekrar baktı, yanındakine dönüp soracak oldu ama üzerindeki direkleri seçti. Demek bu kadar uzunmuş diye düşündü. Dalgakıranın sonlarına doğru gözü Cankurtaran’a doğru takıldı. Sultanahmet’in ışıkları yanmıyordu. Ayasofya ise bütün ihtişamı ve ışıkları ile karşılarında duruyordu. Sanki yılların intikamını almaya çalışır gibiydi. Gözlerini tekrar fenere çevirdi. Aklından peşi sıra birçok düşünce geçti. “ Dalgakıran bu kadar uzun muydu, Cankurtaran Feneri’ne artık ihtiyaç var mı ki, sanki Galata Köprüsü yanıyor, muazzam bir ışık kirliliği, vapurlar eskiden Köprü’ye yanaşırmış, vapur keşke Beşiktaş’a gitse, dön bak dünyaya, keşke saat daha erken olsa da Galata’dan Taksim’e yürüsem, kesif bir sidik kokusu,nerede bu vapur şimdi, nasıl bir açıyla dönüyor Karaköy’e, ona bir mesaj mı atsam acaba, hele bi gel, kesif bir sidik kokusu, insan kokusu, tramvay vardır heralde, dondurma, kalabalık, insan, koku, bitti.”
Vapurdan bir an önce inmeye çalıştı, gözleri bir çocuğa takıldı. Çocuk İstanbul’u izliyordu, yanında babası vardı, elini çocuğun omzuna atmıştı. Korumak ister gibiydi, daha çok kaybetmemek ister gibiydi. Üstleri temizdi ama sanki İstanbul’a ait değil gibilerdi. Daha doğrusu daha çok baba İstanbul’a ait değil gibiydi. Üzerinde lacivert, çizgili bir takım elbise vardı. Sanki bir Anadolu şehrinden gelmişlerde bayramlıklarını giymiş gibiydi. Her ne kadar çocuğun kıyafetlerinde bu hava yoksa da onun da gözlerinde vardı. Koca şehri içine çekmek istermiş gibi bakıyordu. Aklına Orhan Veli geldi. Bu çocuk acaba şairin İstanbul’unu hiç öğrenebilecek miydi? Öğrenirse kendinin bugünkü halini hatırlayacak mıydı?
Vapurdan alelacele indi. Tramvaya doğru yürümeye başladı. Kalabalığa şaşırdı, demek ki çekinmesine gerek yoktu. Bir setin içine düştü gene. Bugünlerde nedense hep setlerin ortasında buluyordu kendini. Kalabalıkta zar zor ilerledi. Yayaların hiç düşünülmediği, herkesin alt geçit kullanmaya mahkum olduğu Karaköy’de caddenin ortasına attı kendini. Bu saatte o geçite ineceğine şuracıkta bir araba çarpsın, polis ceza kessin daha iyiydi. Tarmvay beklerken seçtiği yola küfretti içinden. Günün yorgunluğu iyiden iyiye kendini göstermeye başlamıştı. Tek düşündüğü eve gitmekti. Ev dediğin de işte küçücük bir yerdi ama kendi içine çekilebileceği bir yerdi hiç olmazsa. Müzik dinleyip gazeteleri karıştırabilirdi. Yeni aldığı kitabın sayfalarında kaybolabilirdi. Başındaki tokalar kafatasını delip geçmeye başlamışlardı sanki ama saçlarını toplayınca da öyle rahat etmişti ki tokaları çıkartmak hiç istemiyordu. Bir de ne zaman kafasındaki tokaları çıkarıp çantasına koysa onları kesin kaybederdi. Tokalarını kaybetmek istemiyordu. Yanında oturan çocuk durakta gördüğü fotorafçıydı, fotoğraflarını inceliyordu. Çocuğun fotoğraflarını görmek için aşırı bir meraka kapıldı, arada kafasını çevirip bakmaya çalışıyordu. Gördükleri genelde başlangıç düzeyinde çekilen fotoğraflardı ama detaylıca incelemek, çocukla iki kelime konuşmak istedi, yapamadı. Sonra aklına birşey takıldı, gülmek üzereydi nerdeyse. Bu çocuk gay miydi acaba? Hiç yakından bir gay tanımamış olmanın hüznünü duydu sonra. Kimse bunun için hüzünlenir miydi acaba bunu bilemeyecekti ama hep iç dünyalarını merak ettiği bu insanlardan birkaçını yakından tanımayı çok isterdi.
Tramvay, otobüs, gene kalabalık, saat on olmuş, çocuk, kadın, erkek, yaşlı, orta kapıyı açar mısınız lütfen, boş akbil sesi, kırmızı ışık, yeşil ışık, ani fren, mezarlık, alışveriş merkezi, köprü, metro, darbuka, gitar, rastalı saç, güzel kız, durak, servis, ev...

II

Eve gelmek bildik bir yere gelmek hep huzur verici olmuştu. Evin kapısını açtı, ayakkabılarını çıkarıp attı. Salona girince ilk dikkatini çeken şey kocaman kelebek oldu. Bu kelebeği sabah kalkınca farketmişti ama hayvan pek bir hareketsizdi, nasılsa ölecek dokunmayayım diye düşündü. O evden çıkarken kelebek pencere pervazındaydı, ama oraya nasıl geldiği muammaydı zira daha önce de pencerenin kenarındaydı, pervaza düşmüş bile olabilirdi ölüp, pek ilgilenmedi. Ama eve dönünce hayvanı tekrar pencerenin kenarında görünce hala canlı olduğunu anladı. Birçok insanın aksine kelebeklerden nefret ederdi. Böcekleri sevmemek ayrı birşeydi ama kelebeklerden, ışığa gelip evdekileri rahatsız etmelerinden, oraya buraya uçmalarından hep nefret etmişti. Kelebeklerden ne kadar nefret etmişse kelebek koleksiyoncularından da o kadar çok nefret etmişti. Doğadan koparıp bir hayvanı iğneyle bir takım ıvır zıvıra tutturup sergilemek çok insanlık dışı geliyordu ona. Hayvanı ne yapacağını bilemedi, eğer uçarsa panikleyip çığlık atardı ama çığlık atmak için çok geç bir saatti, camı açtı, gazeteyle hayvanı ivmelendirmeye çalıştı, onu dışarı uçurmaya çalıştı ama hayvan oralı olmadı. Bunun üzerine gazetenin arasına alıp dışarı attı, ölmediyse de ölmek üzereydi heralde diye düşündü.
Mutfakta dünden kalan dondurma vardı, vanilyalı. Gidip bir kaba koydu yarısını. Bugün vanilya günü diye düşündü, akşam üstü de vanilyalı bir kahve içmişti. Bir an bugün harcadığı parayı düşündü. 3 günlük harçlığını bir günde yemişti, içi acıdı, daha dikkatli olmaya karar verdi. Dondurma ile salona geçti. Gazeteyi karıştırdı, okumuyor daha çok dondurma yerken kendini oyalıyordu. Bu haftasonu çok yalnız geçti diye düşündü. Biraz asosyal bir haftasonu olmuştu. Öyle olmasını kendisi istemişti. Kendisiyle yalnız kalmak istemişti, çalışması gerekiyordu, düzenlemesi gereken bildiriler vardı, birkaç yazı yazması gerekiyordu. Ama yapması gerekenleri de yapamamıştı. Bildirileri internet yüzünden düzenlenmemişti. Evdeki bağlantısında üç gündür sorun vardı. Yazmak istediği yazıları yazacak kadar çok şey birikmemişti kafasında. Sadece okumuştu bütün haftasonu. “O”nu özlemişti bir de. Görüşememek yorucu ve yıpratıcı olmaya başlamıştı ama hayat böyleydi. Bunu da bir sınav gibi görmeye çalışıyordu. Eğer dayanabilirlerse mükafatlandırılacaklardı ama gene de dayanmak zor geliyordu. Akşamları bomboş eve dönmek canını sıkıyordu bazen. Böyle zamanlarda yaşlıları düşünüyordu. Eşleri ölüp gidenler vardı. Yapayalnız kalıveriyorlardı. Çocukları varsa bile hayatın hır güründe gene de yalnız kalıyorlardı. Onları düşününce durumuna şükrediyordu. Ama günün birinde onlardan olabilirdi, o zaman ne yapacaktı hiç bilemiyordu. Belki de şu dirayetli yaşlılardan olurdu. Böyle bir kadın tanıyordu, tüm kalbiyle takdir ediyordu onu. Onun gibi yaşlanmak istiyordu eğer yalnız kalacaksa. Tam bir hanımefendi olarak, yalnız olmasına rağmen yalnız olmayarak, kendini en azından oyalayarak...
Ne kadar dondurma kalmıştı acaba? Gidip bitirse miydi, yarına mı kalsaydı? Yarında meyve yerdi, şu dondurmayı yese baya mutlu olacaktı. Gidip kalanını da kaba koydu. Yerken pişmanlık duyacağını biliyordu. Ama gene de yedi, durdurmaya gerek görmedi kendini. İlginç bir şekilde pişmanlık falan duymadı, sadece üşüdü birazcık, kalkıp polarını giydi, hava o kadar da sıcak değilmiş diye düşündü.
Müzik konusunda hep kararsız bir insan olmuştu. Şu insanı çok severim diyemiyordu. Genelde cdyi müzik setine koyuyor, ikinci şarkıdan sonra beğenmeyip değiştiriyordu. Bu böyle birkaç kere devam ediyordu. Son bulduğunda da genelde aradığını bulduğu için değil aramaktan yorulduğu için durmuş oluyordu. Genelde böyleydi. Aramaktan yoruluyordu, bazı şeyler kolayca çıkıversin istiyordu, çıkmıyorlardı. Aramaktan yoruluyor, vazgeçiyordu. Annesi kızardı bazen yeteri kadar mücadele etmiyorsun diye. Ama hayata bakışı tamamen böyleydi yapabileceği birşey yoktu. Onun için hiçbirşey kazanmak ve kaybetmek ekseninde değildi. Ona göre ancak savaş varsa mücadele etmek gerekirdi. Savaşa ise zaten karşıydı. Doğrusu fazla pasifti bile denilebilirdi. Ama yirmibirinci yüzyıl insanının doymak bilmez hırsından, mücadelesinden, haklı olma yarışından o kadar bıkmıştı, tiksinmişti ki basit bir cd için bile artık arama zahmetine girmiyordu. Gücünün yetmediği yerde bırakıveriyordu. Çok umrunda da değildi kimsenin ne söylediği. Mücadele etmiyorsun diyorlarsa etmiyor demekti, istese ederdi, istemiyordu, mutluydu böyle. Bu akşam da müzik dinlemeye karar vermişti, şu anda duyduğu şeyse gürültüden başka birşey değildi. Canı sanki obua dinlemek istiyordu ama yerinden kalkıp o cdyi bulduğuna değmeyecekti, nasılsa sıkılıcaktı.
Böyle böyle düşünürken gözü önce saate takıldı, yatmayı planladığı saatten yarım saat geçti. Üstelik daha duş alacaktı. Kafasını kaldırınca boş dondurma kasesini gördü. İçi sıkıldı. Yatmadan yıkaması gereken birkaç bulaşık vardı. Kendi de yıkanmak istiyordu. Yıkanmak deyince aklına çamaşırlar geldi, bu fikri hemen kafasından uzaklaştırdı. Şu anda onlarla ilgili yapılacak birşey yoktu, çok geç olmuştu çamaşır için. Yarın birşeyler düşünürdü. Kalktı, cdlerin durduğu rafa doğru ilerledi. Obua cdsini aradı uzun uzun. Buraya koyduğundan bal gibi emindi ama bulamıyordu işte. Canı sıkıldı, yatak odasına gitti, oradaki cdlere baktı, orda da değildi. Bilgisayarın içinde olabileceği geldi aklına. Ama bilgisayarda kapalıydı. Açmaya üşendi. Salona döndü, dondurma kasesini tezgaha koydu. Odaya döndü. Sarı havlusuna baktı, bu da kirlenmiş dedi kendi kendine. Soyunup havluya sarındı, düzgün köpürmeyen ama çok güzel kokan duş jellerinden birini alıp banyoya gitti. Kafasına birşey takılıp duruyordu eve geldiğinden beri, buldu sonunda buharlı aynaya bakarken. Acaba dedi o çocuk Orhan Veli’yi hiç tanıyacak mı?
25/05/08 00.43

15 Mayıs 2008 Perşembe

Yine düştük yollara

19 Mayıs tatil planlarım iki gün içinde tepetaklak olup farklı bir şekle girdiler. Eğer planladığım gibi yapabilirsem çok yorucu ama çokta ilginç bir hafta sonu olacak.
Annem 19 Mayıs'ta Eskişehir'e gitmemi rica etti, eğer bir planın yoksa tabii dedi. Esasında Bartın-Amasra planlamıştık ama aklımda annemde kaldı, neyse. Planlarımız da zaten bir şekilde yattı, ben eve gitmeye karar verdi. Teoride cuma günü evde olup, akşam üstü köfte ekmek yiyecektik annemle ama galiba köfte ekmeği pas geçeceğim çünkü öyle görünüyor ki cuma akşamüstü Ankara'ya gideceğim, Hande ile Pinhani ve Yeni Türkü dinleyip cumartesi sabahı beraber geri döneceğiz. Bu arada perşembe akşamı da Yeni Türkü dinliyorum o ayrı;). Pazar günü ise Trilye gezisi planı yaptı annem. Pazartesi de sanırım evde azıcık yatabiliriz ama çok olacağını sanmıyorum yani, bence azıcık olacak:) Pazartesi gece zaten İstanbul'a dönmek üzere yola çıkacağım. Böyle yoğun geçecek mi bilmiyorum ama planlamak bile heyecan verici. Bu arada birçok fotoğraf fırsatı doğacak sanıyorum ki bana.
Eğer benim yerime valiz toparlayan birileri olsaydı seyahat etmek çok daha eğlenceli olurdu. Ama baya pratikleşmişim, tam 10 dakika sürdü eşyaları seçip valize koymak. Bir şeyleri unuttum mu diye şüpheleniyorum zaten. Ama penyeler, yedek pantalon, çorap, çamaşır, takı toka, şarj aletleri tam. Diş fırçası tarak gibi ıvırzıvırlar evde zaten var. Sanırım herşeyi tamamladım.
MP3'lerin içinde Bulutsuzluk Özlemi'nin senfonik bir konser kaydını buldum, üç gündür dönüp dönüp dinliyorum, çok güzelmiş. Hele her daim klasik ama bazen fazla klasik olan Sözlerimi Geri Alamam'ın bir yorumu var ki dönüp dönüp dinliyorum. Bulursanız kaçırmayın diyorum.
Heyecandan yerimde duramıyorum. Gidip bulaşıklarımı yıkayayım bari de belki biraz sakinleşirim.
Haftaya görüşmek üzere...

11 Mayıs 2008 Pazar

Aylin Aslım






İTÜ Spor Şenliği '08 kapsamında cuma gecesi Aylin Aslım konseri vardı. Yıllar önce ilk dinlediğim zamanları düşündüm. O zamanlar daha ortaokuldaydım, annemin öğrencileri benim kasetimi dinlemişlerdi ve eroinman olduğumdan şüphelenmişlerdi. Aylin Aslım o zamanlar Türkiye için bir hayli farklı bir müzik yapıyordu, pek fazla insan anlamıyordu çevremde. Ben çok sevmiştim, hala severim. İyi ki farklı olmuş diyorum.
İTÜ konserleri bu sene pek bir sönük geçti bence, Pinhani geldi, Kargo geldi, Aylin Aslım geldi ama sanki lise konseriymişçesine saat 23.30'da bitti konserler. Neden böyle oldu anlayamadık, daha biz konsere yeni ısınmışken hep sahneden indiler. Umarım seneye daha iyi olur.
Gelen her üç grubunda canlı performansları inanılmazdı ama. Sanki playback yapıyorlar gibiydi, adamların hiç birisi en ufak bir yorulma belirtisi göstermediler, gerçekten de hepsi işini biliyor dedim.
İlk defa konser fotoğrafı çektim, tabi ki pek birşeye benzemedi ama sizinle paylaşmamı engellemeyecek bu. Fotoğrafların hepsini croplamak zorunda kaldım, seyircilerin arasından çekince istenmeyen kafalar, kollar da kadraja girebiliyor.
Yarın fotoğraf atölyesi var ama ne yazık ki doğru düzgün hiçbirşey hazırlayamadım. Duygu ile bir araya gelip çekim yapamadık, bir kaç self portre çektim ama gerçekten de self portre işi hiç bana göre değil, ruhum daralıyor. Fotoğraf çektirmeyi seviyorum, fotoğraf çekmeyi de seviyorum ama kendi fotoğrafını çekmek başka birşey, insanı sinir ediyor. 15 gün sonra elimde güzel fotoğraflarla gitmek istiyorum atölyeye.
Gece çok geç oldu, uykum geldi, lafı uzatamayacağım sanırım daha fazla. İyi geceler efenim:)

8 Mayıs 2008 Perşembe

Pinhani

2 sene önce Anıl'ın ısrarlarıyla Pinhani dinledim. İlk dinlediğimde ısınamamıştım hatta. Biraz garip gelmişti, birkaç gün sonra tekrar dinleyeyim dedim sakin kafayla. Ne kadar güzel parçaları varmış dedim. Bütün bir yaz boyunca dinledim. Basit olaylar üzerine küçük şarkıları vardı. Haftasonu için yazılmış, sevgili için yapılmış, bozkırlara gitmek üzerine yazılmış bazen eğlenceli, bazen hüzünlü ama insanı alıp götürüveren şarkılardı bunlar.
Sonra araya Kavak Yelleri girdi, grup bir anda aşırı populer oldu. Önceden bilinmeyen şarkılar şimdi KAvak Yelleri adıyla bilinir oldu. Tabi ki sevdiğim bir grubun devamlılığı için önemli bir adımdı bu, para kazanırlarsa bu işi daha iyi rahat yürütürlerdi. Ama gene de içime sinmemişti bu kadar populer olmaları. Affettim tabii gene de nede olsa çok seviyorum.
Ve sonunda 25 Nisan'da ikinci albümleri geldi, Zaman Beklemez. Bu sefer şarkılar biraz biliniyorlar, dizi sebebiyle ortalıkta dolanıyordu sürekli. Ama gene de o naif havasından birşey kaybetmemişler. Özellikle Yansın isimli şarkıyı o kadar çok beğendim ki hergün 5-6 kere dinlemezsem eksiklik hissediyorum.
İlk albüm çıktığında yanlış hatırlamıyorsam Sinan bir açıklama yapmıştı bütün şarkılar bir sevgili için yazıldı diye, ilk albümdeki şarkılar da buna uygundu. Eğer bu albümdekilerde bir sevgili için yazıldıysa sanırım bu sefer sevgili ile işler pek iyi gitmiyor, albüm biraz daha karamsar zira. Böyle de bir spoiler yapmış olayım size:)
Bir de Sinan '79 doğumluymuş, inanamadım. Küçücük gösteriyor yahu insan nasıl bu kadar genç kalabilir?
Grupla ilgili detaylı bilgi için www.pinhani.com Ordan sonra da yolunuz ilk müzik market olur zaten kanımca.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Ulaşım


Eskilerden, öylesine...

28 Nisan 2008 Pazartesi

Sir James Galway

Pazar akşama Cemal Reşit Rey'de İstanbul Senfoni Orkestrası ile beraber Sir James Galway ve Lady Jeanne Galway ayrıca Bülent Evcil sahne aldılar. İyi ki üşengeçlik yapmamışım, iyi ki tek başına konsere mi gidilirmiş dememişim. Sayısız defa bis yaptılar, Galway'in sahnedeki tavırları çok espriliydi. Sizin için özel birşeyler çalalım dediler, Mozart Türk Marşı çaldılar. Anladım ki flüt için inanılmaz zor bir eser o. Nasıl anlatacağımı bilemiorum ki orda olanlar çok şanslıydı bence. Olmayanlar bir daha şansları olursa gitmeliler.

Bir de düşümdüm de keşke ben de Sir olsam. Resmen şövalye oluosun. Gerçi benden Sir olmaz belki Lady olur ama kimse de Lady ilan edilmez ki:P

25 Nisan 2008 Cuma

Googleeeeee

Dünyanın en muhteşem sitesi bence google. Hem bir çöplük hem de aradığınız herşeyi bulabileceğiniz bir cennet. Biraz geç olsa da Google'ın 23 Nisan logo tasarlama yarışmasının sonuçlarını sizlerinde görmesini istedim. İnsanlar ne yetenekli:))

24 Nisan 2008 Perşembe

Cabaret Night-I






Hayır aşağıdaki fotoğraflar arasında bir fark yok, hepsini nedense iki kere yüklemiş blogger. Deli sanırsam. Şimdi de Kabare serisi ve sonra yatıyorum zira yarın iş var.
Not: Son fotoğraf sevgilime aittir;)