31 Aralık 2010 Cuma

YENİ YIL

Merhaba;

2010 çok ilginç bir sene oldu benim için. Herşeyden önce iki kere yurtdışına çıktım, ki bu benim hayattaki en büyük mutluluklarımdan birisi. Hani Evliya Çelebi karşısına çıkan Hızır Peygambere şefahat ya resulallah diyeceğine, karıştırıp seyahat ya resulallah demiş ya, benimki de o hesap işte. Seyahat seyahat seyahat. Üstelik evlendim, çok mutlu da oldum. Ama ne yazık ki bu senenin son bir ayını ve özellikle de son haftasını çok çok kötü geçirdim. Yılbaşından sonra belki yazarım. Sizler için sokağa çıkıp bir yılbaşı fotoğrafı bile çekemedim, internetten paylaşıyorum kusura bakmazsanız. 

Yeni yılınızın sağlık, mutluluk ve huzur içinde hep sevdiklerinizle beraber geçmesini dilerim. Umarım 2010'un sizlerden esirgediği birşeyler varsa 2011 esirgemez. 

İyi eğlenceler ve iyi yıllar. 

10 Aralık 2010 Cuma

Kış Geliyor

Bütün gün yağmur, fırtına. Akşama kar gelecek diyorlar. Ben evde ders çalışmakla meşgulüm. Annem kar yağdı bize diye telefon açtı. Balkona çıktım, bu güzelliği gördüm. Siz de görün istedim. Fotoğrafa da çok zaman ayıramadım, kafam bir dünya. Yılbaşından sonra herşey düzene oturacak umarım.




Bu arada şu çalıyordu: 

16 Kasım 2010 Salı

Balayı Günlükleri- Cadiz

Merhaba;

Bu yazıda neden fotoğraf yok merak ediyorsunuz sanırım. Sebebi şimdi okuyacağınız biraz uzun yazıda. En son sizinle Granada'yı gezmiştik, ve uzun da bir süre yazılara ara vermiştik. Yazmak değil ama fotoğrafları işlemek zor geliyordu, çünkü o kadar uzun saatler bilgisayarın karşısında oturacak kadar çok zamanım yoktu, ki hala yok ama önümüzdeki bayram tatili nedeniyle bugün azıcık tembel oldum ben. Yoksa ev işleri, okul işleri bir yandan da yeterlik derken pek zamanım kalmıyor gerçekten de.

En son Granada'dan yola çıkmıştık. Hedefimiz ise Cadiz. Okyanus kenarında iki gün geçireceğiz ve okyanusta yüzeceğiz. Avrupa'nın en eski yerleşim yeri olan küçücük şehirde iki gün sadece plajda geçecek. Aklımızdaki düşünce bu. Cadiz'e giden otobüs Sevilla'dan geçiyor.. Granada- Cadiz arası  aşağı yukarı 4 saat sürüyor. Şimdi burada yaşadıklarımız biraz bizim şaşkınlığımız ama, biraz da İspanyolların acayipliği. Neyse. Biz Google Maps'ten ve TripAdvisor'dan kalacağımız otelin yerine baktık, ki, esasında bu baya doğal çünkü adresleri anlamak zor olsa da şekilleri kavramak o kadar da zor olmuyor. Mediterrano Otel Cadiz'de deniz kenarında görünüyordu haritalarda. Stadyumu geçince otobüs terminaline kadar gitmeden otobüsten indik, ki elimizdeki haritalara göre de zaten stadyumun hemen karşısındaki aradan sahile inince otel orada olacaktı.Stadyumu geçince hastanenin önünde otobüsten indik ve biraz geriye yürüdük. Çevremize bakındık ama oteli göremedik bir türlü. Uğur beni valizlerle bırakıp biraz etrafı incelemeye gitti. Bu arada otele telefon ettik, adam diyor ki sahilde sarı şemsiyelerin arkasındayız. Uğur diyor sarı şemsiye yok. Stadyumun tam karşısındaki aradan gireceksizin. Tamam girdik. Etrafınızda ne var, Hong Kong lokantası. Tamam onun tam arkasındayız. Hayır değilsiniz.İşte bu noktada Uğur biraz etrafa bakınayım birilerine sorayım da öyle geleyim dedi. Yaklaşık yarım saat sonra küfrederek geldi. Kimse mi  İngilizce konuşmaz bu memlekette diye. Dedim sen biraz bekle, bir de ben bakayım. Bu arada aklıma da şöyle birşey geliyor. Vİyana'da bir apartmanın bir katında olan oteller vardı mesela bu da belki öyle birşeydir diyorum. Bir müdde etrafta dolandım ama bulamadım. En sonunda bir pastaneye girdim. İngilizce konuşan kimse var mı dedim. Bana bir çocuğu gösterdiler. Otel Mediterrano'yu arıyorum dedim. Bilemediler. Öyle manasız ki, otelin çevresindeyim ama kimse bilmiyor falan. Neyse bir müdde konuşmaya çalıştık, baktık olmadı. Arada çok hızlı konuşuyorsunuz ben çok zor anlıyorum dedi çocuk, ki bu benim için bir gurur meselesi oldu:) En sonunda aklıma adresi göstermek geldi. Adres şöyle birşey: La Linea de la Concepcion. Adresi görünce aaaa La linea, ama orası burda değil ki otobüse binmelisiniz siz dediler. Allah Allah dedim. Yürürüz belki neden otobüse binelim falan dedim. Yürüyemezsiniz orası buraya 50 kilometre dediler. Ben afalladım, kaç numaralı otobüse bineceğim dedim. Numarası yok, hastanenin önünden La Linea otobüsüne binin dediler. Peki deyip çıktım. Bir yandan da söylediklerine çok güvenemedim. Uğur'a söyledim. Bu arada açlıktan neredeyse ölmek üzereydik, zor bin bela kendimizi bir Burger King'e attık. Zaten yavaş yavaş siesta zamanı geliyordu, bütün dükkanlar kapanmaya başladı. Yemek iyip bir tur daha attık etrafta ama otele benzer birşey yoktu. Üstüne bir de Uğur'un kontörü bitti. Alabileceğimiz bir Vodafone bayii de bulamadık, hepsi siestaya gitmiş. Turist information'a gidelim belki birileri vardır dedik umutsuzca. Hastanenin önüne gelince ben dedim ki şu oteli bir de ben arayayım. Oteli ankesörlü telefondan aradım. Adamla gerçekten de çok zorlanarak anlaştım ama bana dedi ki eğer hastanenin önündeyseniz, stadyumu da geçin, iki üç kilometre sonra otelimizi göreceksiniz. Peki taksiye binsem çok yazar mı dedim. Hayır çok yazmak 2-3 rueo birşey tutar dedi. Eyvallah dedik ve bir taksiye atladık. Taksiciye adresi gösterdim, adam buraya mı gideceksinzi burası 50 kilometre dedi ve bize fiyat tarifesini çıkardı. Tarifede La Linea-Cadiz arası tam 150 euro yazıyordu. Ama hala o kadar eminiz ki kendimizden, oteli aradık, resepsiyonla taksiciyi konuşturduk. Konuşmayı tam oalrak anlamasam da aralarında geçen laflar müşteriye sizin La Linea'da olduğunuzu anlatamıyorum gibi birşeylerdi. Sonra taksici bize haritadan hem La Linea'yı, hem de bulunduğumuz yeri gösterdi, ki ben de size haritada işaretledim. Sonuç olarak resepsiyondaki adamın en sonunda aklına bana siz Cadiz merkezdeymişsiniz, biz La Linea'dayız, taksiyle gelin 150 euro diyor demek geldi. Ben de ama benim taksiye verecek 150 eurom yok bana alternatif bir yol söyleyin dedim. O zaman hastanenin önünden otobüse binin dedi. Avrupa'nın her yerinde böyle mi bilmiyorum ama İspanya'da taksiler mesafe bazında değil süre bazında ücretlendiriliyor. Biz takside sadece 20 metre falan gittik, ama ne yazık ki bu 3 euro gibi birşeyler tuttu. Elimizde 2 küsür euro bozuk para ve 200 euro tam para vardı. Uğur taksiciye ya bunu al ya bunu dedi, adam 200 euroyu aldı, bozdu. Adamın cebinde de 205 euro falan varmış, 5 eurom kaldı diye de trip attı bize bir güzel. sonuç olarak saat 2.5 civarında indiğimiz Cadiz'de, otobüsten indiğimiz yerden sadece 20 metre ilerdeydik ve saat 5e geliyordu. 

Biz gitmeden otellerin parasını ödemiştik, ki bu yapılabilecek en büyük hataymış, bulamadığımız otelin ücretini geri alamadık. Bu sırada yağmur yağmaya başladı. Sokak ortasında kalakaldık. Uğur kuzenine telefon etti, otelleri onların turizm acentası aracılığıyla ayarlamıştık. Bende çevredeki otellere yer sormaya gittim. La Linea'ya gitmemeye kesin karar verdik, ki orası okyanus kıyısında değil, Akdeniz kıyısındaymış zaten. Ama anladım ki Cadiz Avrupa'nın pahalı şehirlerinden birisi. İki kişi bir gece konaklamak 170 euro civarında tutuyor, işin enteresan yanı otellerde yer yok. Nasılsa burdan sonra Sevilla'ya gidecektik, bari, oraya gidelim bugün rezil olduk orda dinleniriz dedik.Uğur Sevilla'daki oteli aradı yerleri olup olmadığını öğrenebilmek için. Önce biz oraya iki gün sonra ulaşacağız rezervasyonumuz var, ama eğer yeriniz varsa buünden gelmek istiyoruz dedi. Doğru dürüst İngilizce anlamayan insanlar için ne kadar karmaşık bir cümle düşünesenize. Birkaç dakika boyunca iki gün erken geleceğimiz anlatmaya çalıştı. Karşı tarafa verdiği cevaplar çok komikti, hayır bugün geleceğim ve iki gün daha kalmak istiyorum. Hayır iki gün uzatmak istemiyorum, iki gün erken geleceğim, üç kişi değiliz hayır iki kişiyiz. İsmim Uğur. U-Ğ-U-R.  Baktı ki böyle anlatamıyor derdini, bu gece gelmek istiyorum yeriniz var mı dedi. Karşı taraftan olumlu cevap alınca da rezervasyon için ismini verdi. U for unicorn, G for Germany, U for unicorn, R for Romeo diye.İçimden ne zor kodlama ya unicornu nasıl anlasın adam dedim. Esasında orjinali uniformmuş, Uğur'un da aklına gelmemiş ve bu uluslararası bir kodlamaymış, herkes bilirmiş. Neyse karşı taraf rezervasyonunuz yapıldı diyince Onur'u (Uğur'un abisi) aradık ve tren saatlerini öğrendik. İstasyona gittik. Bindiğimiz taksiciye Uğur train station please dedi, ve adam bizi anlamadı. Ben Estacion de Renfe dedim, iki dakika sonra istasyondaydık. Fransızca ve İtalyanca bilgim biraz işime yaradı da İspanyollarla bundan sonraki günlerde iletişime sadece ben geçtim. Uğur öylesine bunaldı ki adamlardan sezen hesabı istesene, şunun fiyatını sorsana falan demeye başlamıştı:p Neyse 18.30 treninde yer yok 19.30a binebilirsiniz dedi biletçi. Biraz dinlenelim dedi ve oturduk. Bir müddet sonra Uğur ekrandan trenlerin platformlarına bakmaya gitti. Gelince de ya bu trenin yanında birşeyler yazıyor ama hiç beğenmedim bir baksana dedi. Gidip baktım ama okuduğumu da anlamıyorum tabi ki. Jerez de la Frontera yazıyor bir tek onu biliyorum. Bir yer adı. Heralde durakları yazıyor ne bileyim dedim. Trene gittik, ama bu bir tren değildi, banliyö treniydi. Adamın birisine vagonumuzu sordum, önemli değil geçin oturun dedi. Fotoğraftan da gördüğünüz gibi bir banliyö treni ile yola çıktık.

Biraz şaşırdık ama neyse ne olacaksa olsun 2 saat sonra Sevilla'dayız dedik.
Tren Jerez'e varınca bir anda herkes trenden indi. Bir adama ne oluyor dedim. Otobüse binin dedi. Biz trenle gitmek istiyoruz dedim. Hayır otobüse binin dedi. Tren garının hemen yanındaki otobüs terminaline gittik, başka birisine Sevilla'ya gitmek istiyoruz dedim. 10 numaralı otobüse binin dedi. Peki aktarmalıymış demek ki dedik ama 10 numaralı otobüs yok ki etrafta. Herkes bir otobüse binmeye çalışıyor. İngilizce bildiklerini düşündüğüm iki genç insana Sevilla'ya gitmek istiyorum dedim. İngilizce tabi ki bilmiyorlardı ama onlar da Sevilla'ya gideceklermiş, 10 numaralı platforma gelen otobüse hep beraber bindik. Otobüs yola çıktı. Yolda bir yol ayrımına gelince, yollardan birisi Sevilla, ötekisi de başka bir yeri gösteriyor diyelim ki, otobüs hep başka bir yeri gösterene dönüyor, başka bir yol ayrımında tekrar, tekrar. Ben iyice paniklemeye başladım. Hani polise bile gitsem onlar da İngilizce konuşmayacaklar. Konsolosluğu falan aramayı düşünüyorum ama diyorum ki kendi kendime konsolosluk Madrid'de. En sonunda otobüs bizi in the middle of nowhere diye tabir edebileceğimiz bir kasaba istasyonunda bıraktı. İnsanlar indiler biz de indik. Bir anons 4 numaralı yoldaki tren Sevilla'ya gidecek dedi. Trene bindik ama trende Cadiz yazıyor. Bir yerlere oturduk, bir yandan da ama burda Cadiz yazıyor diyoruz. Bu arada saat 9 falan oldu, ki esasında Cadiz-Sevilla arası toplamda 2 saat sürüyor. Tren birkaç durak gittikten sonra destinasyon Sevilla olarak değişti de rahat bir nefes aldık. Sonuç olarak gece 11 gibi Sevilla'ya indik. Neyse ki otelimiz istasyona çok yakınmış, taksici hemen buldu. Otelde de çok komik birşeyle karşılaştık. Rezervasyon formumuz da Romeo from Germany yazıyordu. Uğur resepsiyon görevlisine bu heralde biziz ama ben Romeo değilim dedi. Adam bana dönüp heralde siz de Juliet değilsiniz bu durumda dedi. Neyse ki unicorn park etmek ücrete dahil değil falan demediler:p O gece deliksiz bir uyku çektik ki ertesi gün Sevilla'da rahatça gezebilelim diye.

Merak etmeyin, Sevilla fotoğraflarını da yaptım, yazısı da bayramın ilerleyen günlerinde gelecek. Herkese sevdikleri ile beraber geçirecekleri mutlu bayramlar dileğiyle:)

Bu arada Türkiye'ye dününce aklımıza geldi haritadan La Linea'ya detaylı olarak bakmak ama gerçekten de La Linea'da da bir stadyumun hemen ilerisinde bir hastane varmış, ve otel gerçekten de stadyumun biraz ilerisinde bir sokaktaymış

10 Kasım 2010 Çarşamba

10.11.1938


Bu fotoğraf çok beğendiğim fotoğraflarındandır Atatürk'ün.




Atatürk'e ne kadar çok şey borçlu olduğumuzu tekrar tekrar düşünmeliyiz. 

18 Eylül 2010 Cumartesi

Balayı Günlükleri-Granada










Merhaba;


Biraz aradan sonra balayı günlüklerinde devam ediyoruz. Bir sonraki durağımız Granada. Valencia'dan Granada'ya trenle gitmeye karar verdik. Yolculuktan önceki gece istasyona gittik, bileti sadece yolculuk gününde sattıklarını söylediler. Esasında bilet kalmaz ki diye konuştuk aramızda ama bir bildikleri vardır dedik. Gerçekten de bir bildikleri varmış, bilet kalmamıştı. İnternetten alsak nasıl basacağımızı bilemedik, ve tabi ki kimseye soramadık çünkü İspanyolca bilmiyoruz. Valencia tren istasyonundaki makinalar internetten alınan biletleri basıyormuş esasen, ama sadece İspanyolca oldukları için anlayamadık.

Saat 9 gibi istasyondaydık, tren 11deydi. Terminale gittik, otobüs saat 1.5 dolaylarındaydı. Yani yaklaşık 4 saaatimiz zaten ziyan oldu. Valencia-Granada arası trenle 8, otobüsle ise 10 saat sürüyor. Bu da zaten bütün günümüzün yolda geçeceği anlamına geliyor ne yazık ki.Otobüs gerçekten de bütün doğu İspanya'yı dolanarak, köylerin her birine uğrayarak ilerledi. Yolun bir yerinde tam arka koltuğumuza üç tane İspanyol kırosu oturdu. Adamlar yaklaşşık 6 saat boyunca yüksek sesle video izlediler, izledikleri videoların içinde porno da vardı. Leş gibi de kokuyorlardı. Yani arkamızdaki kalabalık esasında katlanılmazdı. Balayı gezisinde 10 saatlik otobüs yolculuğu gerçekten can sıkıcı oluyormuş. Gece geç saatlerde otelimize ulaşabildik. Çok yorgun ve açtık. Otelin yakınlarında birşeyler atıştırıp yattık. Ertesi gün planımız tabi ki Alhambra sarayına gitmekti.

Granada zaten çok küçük bir yer. Artık iyice güneye indiğimiz için gerçekten de Ağustos ayının tatil ayı olduğunu görebiliyorduk. Neredeyse bütün dükkanlar kapalı, açık olanların ise uzuuun siesta saatleri var. Şehir merkezinde bir katedral var, biz sadece etrafında gezindik, zaten çok zaman kaybetmeden saraya gitmek istiyorduk. Bir otobüsle saraya ulaşılabiliyor. Giriş için bir kuyruk vardı, biz de sıraya girdik. Bir ara tam olarak ne dediğini anlayamadığım bir anons duydum. Sanki biletlerin bittiğinden falan bahsetti ama tam olarak duyamadık. Ve sıra bize geldiğinde anladık ki o gün için sarayı gezme biletleri bitmişti. Sadece bahçelerini gezebiliyorduk. Sarayın içine rehber eşliğinde aldıkları için biletler tükenebiliyor, o yüzden erken davranmak lazım. Bir de gişeden sonra koydukları otomatik bilet makinaları varmış, biz sıraya gireceğimize biletimizi ordan alsak sarayın içine gezebilecektik ama ne yazık ki makinaları gişeye ulaşmadan göremiyorsunuz.

Alhambra Sarayı tam bir Arap mimarisi. Ve bir taraftan da Arapların en çok özlemini duydukları şeyi gösteriyor: Su. Sarayın içini gezemediğim için yorum yapamam tabii ama bahçeler öylesine güzeldi ki. Sarayı kullananların huzur duymaları istenmiş belli ki. Hem bahçeler çok güzel, hem de havuzlar.

Sokaklar boyunca akan ufak nehirler var. Sıcakta dayanamadım, ayakkabılarımı çıkarıp sulardan yürüdüm.

Granada'da yapılacak çok birşey yok zaten. En fazla iki gece kalmanız yeterli olacaktır. Yemek olarak acayip dönerlerden bolca bulabilirsiniz. Granada bira ile beraber tapa ikram edilen bir yer olarak geçiyor ama tapadan kasıt sadece domuz eti olduğu için bize hiç hitap etmedi.

İspanya'da hiç flamenko izlemediğimiz için hayıflanıp duruyorduk. Sarayın bahçesinde yapılan bir gösteriye gitmeye karar verdik. Kişi başı 20 € birazcık pahalı gelmişti ama dediğim gibi Granada'da para harcayabileceğiniz birşey de olmadığı için gidelim bari dedik. Pazartesi günleri 20 €'a iki bilet alınabildiğini görünce daha memnun olduk tabi ki. Ballet Flamenco De Andalucia'nın Poema del Cante Jondo isimli oyununu izledik. Söylemeliyim ki çok etkileyici bir gösteriydi. Üstelik biz 1.5 saatlik bir gösteri izlediğimiz için Flamenko'ya doyduk. Biraz soğuk bir geceydi. Çok üşüdük.

Granada'nın anladığım kadarıyla bir eski şehir, bir de yeni şehir kısımları vardı. Bizim otelimiz yeni kısmında kalıyordu sanki. Ama eski şehir diye adlandırdığım, tam sarayın karşısında kalan yerler Arap esintileri taşıyordu. Asma bahçeler, avlular, sedir ağaçları... Keşke öbür tarafta kalsaymışız dedim ama biz bilmiyorduk.

Bir sonraki durağımız çok maceralı Cadiz. Beklemede kalın:)

6 Eylül 2010 Pazartesi

Balayı Günlükleri-Valencia






Balayımızın ikinci durağı Valencia'ydı. Valencia Barcelona'ya otobüsle 4 saat mesafede bir şehir. İnternetten okuduğumuz kadarıyla gece hayatı süper. Büyük bir heyecanla yola koyuluyoruz. Avrupa'da Google maps çalıştığı için, Barcelona'daki rezillikleri çekmeyeceğiz. Ve ancak Barcelona'dan ayrılırken Uğur valizinin çekçek kısmını kırdığı için bir miktar üzüleceğimiz kesin. Valencia'da kalacağımız otel NH Cuidad Valencia. Uğur Türkiye'de harita üzerinden seçmiş ve sahile yakın olmasını istemiş. Zaten amacımız denize girmek. Otele ulaşmak içinse otogardan metroya bineceğiz ve Ayora'da ineceğiz. Yolda rahatsızlandım, Valencia'ya indiğimizde ağrılar içindeydim. Yani tahammül sınırlarımın eşiğindeydim. Metrodan Ayora durağında indik. Ve Valencia maceramız başladı. Etraf çok sakindi ancak bu sakinlik pek tekin görünmüyordu. Gün ortası siesta zamanı heralde diye düşündük. Metro çıkışındaki haritadan gitmemiz gereken caddeyi bulmaya çalıştık ama ya caddede, ya durakta, ya haritada bir terslik vardı, olması gerektiği yerin tam tersini gösteriyordu. Gösterdiği yöne doğru gitmeye cesaret edemedik, etrafta Harlem'den çıkmış gelmiş zenciler vardı. Düşünüyorum da bu da ne kötü bir imaj. İnsanlar ister istemez zencileri görünce tedirgin oluyorlar. Amerikan filmlerinin mi etkisi, yoksa gerçekten de toplum dışına itildikleri için suç potansiyelleri yüksek diye kendimizi mi korumaya çalışıyoruz onu henüz çözümleyemedim. Neyse biraz yürüyüp ilerde soru sorulabilecek birisini bulursak sorarız dedik. Caddenin köşesine geldiğimizde bir manav gördük. Adama caddeyi ve oteli söyledik (caddenin ismini hatırlayamıyorum) Numarasını sordu bize, içeriye kafasını uzatıp İspanyolca birşeyler söyledi ve bize takip edin beni gelin dedi. Ama bunları öyle kolaylıkla anlatabildik sanmayın. Barcelona'dan çıktığınız anda zaten dil sorunu baş göstermeye başlıyor. Adamla yarı İngilizce, yarı İspanyolca, biraz da İtalyanca anlaştık. Nerelisiniz diye sordu. Türkiye dedik. Bu arada adam ellerini poposunun üstünde kavuşturmuş, tam bizim dedeler gibi yürüyor. Müslüman mısınız dedi. Evet dedik. Ben de Müslüman'ım, Pakistanlıyım. Tedirgin olmayın otelinizi buluruz dedi. Müslüman olmamızın bir faydası oldu mu, yoksa adam zaten her halukarda yardımcı olacak mıydı bilmiyorum. Ayora mahallesi bizi korkulara sürükleyen, bir taraftan zencilerin bir taraftan takkeli Pakistan'lıların çıktığı bir yer çıktı. Metro ile otelin arası çok uzak değilse de bize iki gecede bildiğimiz bütün duaları okuttu. Otelimiz fena değildi. Standart bir üç yıldızlı otel. Uğur sen biraz dinlen ben yiyecek birşeyler bakayım dedi ve dışarı çıktı. Ben biraz uyudum. Bu arada siesta zamanı da bitmişti, dükkanların bir kısmı açılmıştı. Ama Uğur geri döndüğünde Valencia'nın en büyük sürprizi ile karşılaştığımızı anladık: Haydarpaşa. Bizim deniz sandığımız yer ne yazık ki liman işletmesi çıkmıştı. İlk gün sadece akşam çıkabildik, şehirde küçük bir tur attık. Ufak bir kilise, Avrupa'da çok meşhur birmarket, çok şık bir emydan. Valenci'da gördüklerimiz bunlardan ibaretti. Kilisenin içini ve marketi akşam olduğu için göremedik. Karnımız tok olduğu için yemek de yemedik. Ancak o gün Uğur'un doğum günü olduğu için meydandaki kafelerden birinde bir litre sangria içtik. Ertesi gün şu plajları görelim dedik. Plajlara otelimizden bir saate yakın yürüdük. Ama hep deniz kenarından yürünüyor. Ayrıca sahilde Amerika Cup için yarışan yelkenli takımlarının showroomları vardı. Yani biraz sıcak olan havayı düşünmezsek keyifli bir yürüyüştü. Liman boyunca şık kafeler sıralanmıştı ama onlar bile son derece boştu. Günün geri kalanında Valencia'da ilgi çekici yapılarda olsun diye yapıldıklarından neredeyse emin olduğum bir komplekste geçirdik. Binalar yukarıda da fotoğraflarını gördüğünüz gibi Star Trek'ten fırlamış gibiydiler. Bir tanesi Güzel Sanatlar Fakültesi'ydi, açık değildi. Hemisphere isimli bina isminden de anlaşıldığı gibi bir yarı küre şeklinde yere oturtulmuştu. İçinde bir sinema salonu vardı. IMAX teknolojisi, 3 boyut diye girdik. Hatta üç boyutlu diye dinazorlarla ilgili filme girmek istedik. İçeri girdiğimizde birkaç farklı noktada projektörler görünce iyice heyecanladık ama film başlayınca bunun tam bir hayal kırıklığı olduğunu gördük. Yarı küreye yansıtılan, dinazorlarla ilgili iki boyutlu 45 dakikalık bir belgeseldi izlediğimiz sadece. Ve ben izleyemedim bile. Öncesinde muhteşem bir akvaryum gezdiğimiz için çok yorulmuştum, Uyuyakalmışım. Bir ara ekranda bir adam "Hayatım boyunca paleontolog olmak istedim" dedi. "Sanırım hiç Friends izlememiş, Ross'u tanımıyor" diye düşündüm. Ancak itiraf etmeliyim ki akvaryum muhteşemdi. Gerçekte hayvanların doğal ortamalrında koparılıp bir yerlerde sergilenmelerine karşıyım. Ama akvaryum öylesine büyüktü ki hayvanlar okyanusta olmadıklarının farkındalar mı bundan emin değilim.Kompleks saat 9a kadar açıktı. Filmden çıktığımızda ise neredeyse 8 olmuştu. Bilim Müzesi kısmına çok az zaman ayırabildik ama Santral İstanbul'daki oyuncaklardan çok farklı değillerdi. İki tane mühendis için muhteşem bir bilim değildi yani.

İkinci akşam yemeğimizi önceki gün görüdğümüz bir balıkçıda yedik. İsmi yanlış hatırlamıyorsam Sardalye idi. Yemekler çok iyi değildi, en azından ben salatamı beğenmedim. Çok temiz de değildi , ki bu İspanya'nın genelinde hakim bir durum. Ama ortam güzeldi, katedrale yakındı. İkinci günde katedralin içini gezemedik biz bu arada.
Ertesi gün doğrultumuz Granada idi. Otobüs bileti ile tren bileti neredeyse birbirine eşit olduğu için trenle gidelim dedik. İstasyonda bu bileti ancak yarın sabah alabilirsiniz dediler. İstasyonda çeşitli makinalar var bilet almak için ama hiçbirinin İngilizcesi yok. Anlaşmak imkansız. Bu makinalar meğer internetten aldığınız biletleri bazmak için kullanılıyorlarmış. Ama tabii anlayamadığımız için biz kullanamadık. Ertesi gün 9 gibi istasyondaydık ki trende 11deydi. Bilet bitti dediler. Otogara gittik ama orada da 4 saat falan otobüs beklemek zorunda kaldık.

Valencia'da metrolar gittiğiniz yere kadar ücretlendiriliyor o yüzden de bilet alırken nereye gittiğinizi soruyorlar. Ama bunu da İngilizce soramadıkları için iletişimle ilgili sorunlar yaşamayın. Uğur havaalanına giderken adama English please dedi. Adam No English dedi mesela. Neyse ki arkadan koştum da imdadına yetiştim:)

5 tane fotoğraf koyduğum düşünülürse Valecia'da gerçekten de yapacak çok birşey bulamadık biz. Fotoğraf bile çekemedik. Denize girmediğiniz zaman 2 gece bile fazla, 1 günde bitecek bir şehir. Akşamları sokaklar çok boş, hatta bazı sokaklarda tedirgin olabilirsiniz.

Bir sonraki durağımız Granada.


Hepinize şimdiden iyi bayramlar ve iyi tatiller.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Balayı Günlükleri- Barcelona-II





Balayı Günlükleri- Barcelona-I





Balayı Günlükleri- Barcelona-III











Aylardan sonra tekrar merhaba;

Şimdi bazılarınızn bildiği gibi ben evlendim. Evlilik demek koşuşturma demek, ki koşuşturmalarımın çoğunu sizlerle şuradan paylaşmış, ve en son bir düğün yazısı ile de son noktayı koymuştum. Düğünden sonra bu blogu ilgilendiren kısım ise tabi ki balayı gezisi oldu: Büyük İspanya Turu. Büyük çünkü neredeyse bütün Doğu İspanya'yı gezdik. Barcelona-Valencia-Granada-Cadiz-Sevilla. Çok fazla fotoğraf, çok fazla yazılacak şey var. O yüzden de bölümlere ayırmaya karar verdim. Kemerlerinizi bağlayın, ilk durağımız Barcelona:

Biz düğünden bir gün sonra hemen balayına çıktık. Düğünün ertesi günü yorgun argın eve gelip, valizleri toplayıp sonra da gece abes bir saatte uçağa binmek kolay olmadı tabi ki. Ayrıca biz Türkiye'den ayrılırken Google Maps hala çalışmıyordu, bir türlü de çalıştıramadık. Sonuç olarak Barcelona'da kalacağımız otelin sadece adresi vardı elimizde. Hotel Amrey Diagonal: Diagonal Caddesi 161-163. Peki dedik orda bir yolunu buluruz. Bu arada İphone uygulaması metro son derece yararlı. Tek sıkıntı hangi duraktan binip ineceğine karar verebilmek. Biz Diagonal durağında inmek için öncelikle havaalanından RENFE'ye bindik. Barna -Sants istasyonunda da metroya aktarma yaparak Diagonal durağında indik veeeee... İşte ikinci hata. Ne birinci hatayı söylemedim mi? Birinci hata tabi ki araba kiralamamaktı. Hem otobüs biletlerinin bu kadar pahalı olacağını tahmin etmemiştik, hem de uzun mesafelerde hiç bilmediğimiz bir ülkede nasıl araba kullanacağımızdan emin değildik. Biz Valencia-MAdrid otobüs biletine baktık. 20 € civarındaydı. sakın kanmayın, diğer mesafeler çok pahalı. 10 günlük araba kiralama 300 €tutuyordu, biz de 250 € civarında otobüs bileti ödedik. Her neyse ikinci hataya gelelim: Biz Diagonal durağında değil, Glories’t inmliymişiz, ancak bunu anca oraya gidinceee anlayabiliyorsunuz ne yazık ki. Otelimiz 161 numarada, metro çıkışı 500. Biraz yürüdük ama olacak gibi değil ki. Uğur’a yürümeyi mi düşünüyorsun bu mesafeyi dedim. Bn yürümeyi düşünüyorum dedi. Ben hiç düşünmüyorum taksiye bineceğim dedim. Onun korkusu da taksicilerin İstanbul’daki gibi turist kazıklamasıydı ama neyse ki kimse bizi kazıklamaya çalışmadı. Otele kazasız belasız ulaştık. Mesaf yürünemeyecek gibi değilmiş ancak valizlerle imkansızdı. Bu arada Barcelona metrosunda iniş yönünde hiç yürüyen merdiven yok duraklarda. Asansör de çok az durakta var. Bu kadar turistik bir şehirde çok acayip. Turizmden de ötesi, engelli vatandaşlarını düşünmüşler, her kaldırım, her otobüs onlara göre düzenlenmiş, ama metro çok zor gerçekten de. Sonuç olarak otelimize çok yakın bir metro istasyonu varmış, ismi Glories. Orayı kullanmayı öğrendik. Barcelona’da 10luk metro biletleri ucuza geliyor. Nerdeyse tek biletin yarı fiyatına. Üstelik tek bir bileti iki kişide kullanabiliyorsunuz. İlk gün biraz dinlendikten sonra La Rambla’ya gittik. Amacımız sadece ufak bir şehir turu, çünkü önceki günkü yorgunluk, uçak falan derken pilimiz bitmiş. La Rambla İstiklal Caddesi gibi bir cadde. Metro’dan Plaça Catalunya’da iniyorsunuz, büyükçe bir meydanı geçip caddeye giriyorsunuz. Vatan Caddesi kadar geniş bir cadde düşünün. Trafiğe sadece iki şerit vermişler. Bir gidiş bir geliş. Devamı tamamen yayalara ayrılmış. Yolun ortasında çeşitli performanslar sergileniyordu. Mesela kendilerine kanatlar takmış, garip yaratıklara dönüşmüş insanlar, yok tabuttan çıkanlar falan. Her ne kadar Uğur bu sokak performanslarını çok beğendiyse de, ben biraz tımarhane kaçkını gibi göründüklerini düşünüyorum. Düşünsenize: Ne iş yapıyorsunuz? La Rambla’da tabuttan çıkıyorum:P Caddenin sonunda Colomb heykeline ve limana ulaşıyorsunuz. Eski liman denilen bu bölgeye pek çok hoş restaurant kurulmuş, yerler ahşaptan yapılmış, insanlar kitap okuyorlar, yürüyüş yapıyorlar çimenlere uzanıyorlar. Yani bir anlamda bir dinlenme mekanı oluşturulmuş şehrin ortasında. İlk gün çok yorgun olduğumuz için sadece ufak bir tur atmakla yetindik. Bir de sanırım Uğur’da da var aynı şey. Bir şehre ilk gittiğimde tedirgin oluyorum. Nereler tehlikelidir, nereler güvenlidir önce bir anlamak istiyorum.
İkinci gün dedik ki şu Bus Turistic otobüslerine binelim bir görelim bakalım şehirde neler varmış. Bu otobüslerin üç hattı var. Gün boyunca hepsine binip inebiliyorsunuz. Biz ilk olarak mavi hatta bindik ve Gaudi’nin b itmeyen katedrali Sagrada Familia’da indik. Ancak katedralde içeri giriş için çok uzun bir kuyruk olduğu için dedik ki biz buna yarın sabah erken gelelim. Sanki Ziraat Bankası’na gidiyoruzJ Türküz ya. İkinci durak Gaudi’nin eserlerinin olduğu Park Güell’di. Gaudi’nin meşhur kertenkelesi burda. Ancak turistik yerler çok çok kalabalık oluyorlar ne yazık ki. Fotoğraf açısından pek tatmin edici değildi. Sadece birbirimizin fotoğrafını çekebildik. Gaudi ise enteresan bir mimar. Kullandığı malzemelerin sonu yok sanki. Barcelona’nın üzerinden kocaman bir fırça ile geçmiş, nereye kafanızı çevirsniz ondan birşeyler görüyorsunuz. O zaman buradan çıkıp Camp Nou’ya gidelim dedik. İçeri girmeye de çok istekliydik. Ama kişi başı 17 € bilet parası açıkçası bizi biraz üzdü. İlerki günlerde başımıza neler gelecek bilemedik. Bir futbol stadyumuna da bu kadar para verilmez ki dedik. Ama futbol sevmeyen Uğur’un bile içinde kaldı biliyorum. Barcelona’nın mağazasını gezdik, çeşit çeşit formalara baktık. Bu üç durakla nerdeyse akşamı ettik ama para verdik ya, bütün hatları gezmemiz, en azından nerelere gittiklerini görmemiz lazım dedik ve ikinci hatta gçtik. İkinci hatta Plaça d’espanya gezilebilir diye düşündük. Ama akşam olduğu için bunu başka bir güne bırakalım dedik. Üçüncü hatsa sadece plajları geziyordu. Biz biraz düğün hazırlıkları nedeniyle cahil kaldık tabii İspanya’ya. Bildiğimiz bir paella var bir de sangria. Oysa bütün restarurantlarda Tapa diy birşy yazıyor. Girdik birisine. Fırlama tipli bir Japon garson geldi. Dedik ki biz bu Tapa nedir bilmiyoruz bize önerir misiniz? Olur dedi, patates yiyebilirsiniz, ya da paellayı önerebilirim. Ama bir kişi bir tabakla doymaz, genelde 5-6 tabak sipariş verirler. Biz fiyatlara bakıyoruz. 5 €’dan aşağıya Tapa yok. Bir de anlayamıyoruz neden 6 tabak yiyelim ki. Neyse dedik şu paelladan başlayalım, doymazsak yenisini isteriz. Küçücük bir tabakta, birkaç kaşık paella geldi. Üzerinde de karides olduğunu tahmin ettiğim duyargalı bir hayvan. Karidese çatal bıçakla daldık, ertesi gün gördüm ki insanlar onu emiyorlar ama yapamazdım zaten o ayrı. Doymadık tabi ki. Bu sefer madem İspanyol papatesi yiyelim dedik. Bir tabakta ondan istedik. Bildiğiniz patates kızartmasını yoğurtlu-mayonezli ve bol sarımsaklı bir sosla getiriyorlar. Bol sarımsam dediğim şeye dikkat edin, gözlerinizden çıkıyor sarımsak. Zaten İspanya’da soğan ve sarımsak her yemeğin vazgeçilmezi. Bir balayı çifti için hiç hoş değilJ Ayrıca orada içtiğim bir kadeh sangria beni bir çarptı, otele nasıl döndüm bilmiyorumJ
Üçüncü gün artık denize gitme zamanıdır dedik. Otelimizden 20 dakikalık bir yürüyüşle sahile inilebiliyor. Barcelona’da 7 tane plaj var. Hepsi yan yana. Bizim indiğimiz plajın önünde bir dalgakıran vardı. Dedim ki şu yandaki plaja geçelim bak orası tam açık deniz. Zaten plajları görüyoruz, hadi yürüyelim dedik. Plajda Uğur deniz doğru bakıyordu, ben de sahile. Sezen bu adam çıplak mı dedi. Evet ya adam çıplak dedim. O anda bir dumur yaşadık. Resmen filmlerdki gibi oldu, önce birbirimize sonra da plaja baktık ve bir an kalakaldık. Nerdeyse herkes çıplaktı. Eurotrip filmindeki çıplaklar kampı sahnesi ikimizinde gözlerinin önünden geçti. Ne geri dönebildik, ne ilerleyebildik. Benim esas endişelendiğim konu ise başka bir plajında böyle olma olasılığıydı. Mayolu girmenize birşey demiyorlar ama sonuçta kafamızı kaldırınca her tarafta çıplak insanlar görüyoruz, ki bu da hiç rahat bir durum değil. Yavaşça diğer plaja doğru kaçtıkJ Neyse ki orada sadece üstsüzler vardı. Şemsiyemiz olmadığı için plajda çok oyalanamadık. Öğlen güneşi gerçekten de yakıyordu. Bir de kimse doğru dürüst yüzmüyor. Deniz inanılmaz derin, iki adımda boyu geçiyor ama kimsenin yüzmemesi de çok entrsandı.
Dördüncü gün artık şu Sagrada Familia’ya gidelim dedik. Sabah erken kalktık, katedrale gittik. Sıra bir önceki günün üç katıydı. Tamam dedik akşam gelelim o zaman. O zaman Plaça d’Espanya’ya gidelim. Biz sandık ki bir Dolmabahçe Sarayı gibi saray göreceğiz. Ancak sarayın içine çeşitli dönem eserlerini sergilendiği bir müze kurmuşlar. Açıkçası pek müze görmek istemiyordu canım. Uğur’da hiç istemedi. Biz ancak sarayın önünde birkaç fotoğraf çektirdik. Teleferiğe binip Montjuic’e gittik. Montjuic’te bir kale var sadece, ve çok ilginç birşeyler de yok. Ama teleferiğ binmek, oradan da fünikülere binmek değişikti. Barcelona’yı havalardan süzülerek gördükJ Akşam hava kapamaya başladı. Biz Sagrada Familia’ya gittik. Başka katedraller genelde aynı tarz yapılmalarına rağmen Sagrada Familia gerçekten çok farklı. Gaudi’nin ömrü katedrali bitirmeye yetmemiş, Barcelona’lılar bitirmeye çalışıyorlar. 12 tane kulesi olması gerekiyor, ancak 4 tanesi yapılmış. İçeride de yapılması gereken çok iş olduğu belli. Ancak şöyle entrsan birşey var. Gaudi’ye siz bu işi bitiremeyeceksiniz demişler. O da benim bitirmem önemli değil, benden sonra birileri gelir, farklı birşeyler katar demiş. Yani o zaten böyle birşyi bekliyormuş gibi hissettim ben. Asansörle kulelerden ikisine çıkılabiliyor. Biz birisine çıktık. Barcelona’yı tepelerden gördük, merdivenlerle aşağıya indik. 400 tane sarmal merdiven. Akşam hava kararmaya başlamıştı biraz zor oldu. Ama klostrofobisi olmayanlara tavsiye edebilirim. Çıkışta deli gibi yağmur yağıyordu, müzeyi üstümüze kapattılar. Barcelona’da da ıslanmadık demedik.
Barcelona ile ilgili birkaç not düşeyim. İspanyolca veya Katalonca bilmeniz hayatınızı kolaylaştırır ama İngilizce de konuşulabiliyor.
Metro ağları çok gelişmiş, herhangi bir güvenlik sorununa da rastlamadık.
Gotik katedral saat 5e kadar ücretli, saat 5ten 6ya kadarsa ücretsiz.
Plaça Reile’de ki Les Quinze Nits restaurantının önündeki kuyruğa anlam verememiştik ama gelince öğrendik ki çok meşhur bir yermiş. Fiyatları uçuk değildi ama biz menüde pek ne olduğunu anlamadığımız için oturmadık, ben pişman oldum.
Müze bilet ücretlri biraz pahalı ama daha güneyde bu kadar pahalı değiller ve Barcelona kadar da çok gezecek müzeleri yok. Biz biraz cimri davrandık keşke davranmasaydık.
Genel olarak şehir birazcık pahalı.
Sevilla’ya kadar başka bir H&M mağazasına rastlamadım. Barcelona’dakileri iyi değerlendirin.
La Rambla’da bir Pazar yeri var. Biz pekbirşeye benzetemedik ama çok meşhurmuş. Tabaktaki meyvaları is hayat kurtarıcı.
El Corte Ingls diye bir mağazalar zinciri var. Çok pahalı.
Evt bayanlar baylar, bir sonraki durağımız Valencia. Barcelona-Valencia yolculuğumuz 4 saat süreck. Yolculuktan önce biraz uyumanızı tavsiye ederim.
Bir sonraki durakta görüşmek üzereeee....

Not: Bu yazı aynı zamanda http://sezen.atacphotos.com/blog/ adresinde de yayınlanmaktadır.

25 Nisan 2010 Pazar

Gecikmiş Bir Poyrazköy Yazısı






Yazıdan çok fotoğraf var. Yazı anlamında söyleyebileceğim tek birşey var: Muhteşem balıklar:) İstanbul'a da yakın. Biraz kalabalık tabii, bu bir dezavantaj. Biz pek birşey çekemedik, biraz geç gitmişiz. Balıkları yiyelim kalkalım derken gün bitti:)


Buyrun

5 Nisan 2010 Pazartesi

Sonuçlarrrr


Arkadaşlar merhaba;

Öncelikle herkese yorumları için çok teşekkür ederim. Cevap yazmak istediklerim de vardı ama kargaşa olmasın diye yazmadım. Hepinizle ilgileneceğim:)

Şimdiiii bugün büyük gün olduğu için, öncelikle 20 yorumu 18'e indirdim, çünkü Gürcan ve Zep ikişer kere yorum bırakmışlar. İlk yorumları geçerli oldu. Liste şu şekilde sıralandı:

1) Duygu
2) Nursel Dokuzlar
3) ehmozlem
4) zep
5) Özge
6) Aslı
7) Lale
8) Suna
9) Fenerbahcearsiv (Gürcan)
10) Ezgi
11) Atilla
12) handeeee
13) Erhan
14) YuRDa
15) emreyuce
16) merve
17) basskul
18) digdem

Sonra da random.org'a girip random bir sayı ürettim, sonuç olarak fotoğrafı emre kazandı. Sevgili basskul arkadaşım, sen sırf emre kazanmasın istedin, ama emre kazandı:p

Emre bana hangi fotoğrafı istediğini söylersen ve adresini yollarsan fotoğrafını en kısa sürede yollarım:)

Katılan arkadaşlara çok teşekkür ediyorum, yeni çekilişlerde görüşmek üzere diyorum efenim:)

Herkese sevgiler.

23 Mart 2010 Salı

Yarışma

Okuduğum birkaç moda blogu var. Onlarda gördüğüm birşeyi ben de paylaşmak istiyorum. 4 Nisan gece yarısına kadar bu post'a yorum yazanlar arasından random.org sayesinde yapacağım çekilişle Viyana fotoğrafları arasından beğendiği bir adet fotoğrafı hediye edeceğim. Baskı boyutları ile ilgili birşey diyemiyorum çünkü tam oalrak emin değilim boyutlardan, ama merak etmeyin 9*13lük birşey de yollamam:)

İstediğim tekşey bu postun altına yorum bırakmanız ki sizlere bir numara verebileyim. Ama yorumlarınız terbiye sınırlarını geçerse (ki geçmeyeceğinden eminim, sadece bir tedbir) sıradan çıkaracağım tabi ki.

Haydi bakalım.

20 Mart 2010 Cumartesi

Viyana-IV





İşte sonuncusu. İzlenimler için: http://sezenyildirim.blogspot.com/2010/03/viyana-i.html



Viyana-III





Viyana-II





Viyana-I






Aylar sonra tekrar merhaba;
Aydınlatma kongresi için Viyana'ya gittim. Viyana kapılarına dayandım. Osmanlı neden geri döndü anladım. Hava o kadar soğuktu ki, bazı günler nefes almakta zorlandık.
Kongrenin de yapılacağı Hilton’da kalacağımız için çok heyecanlıydık. Ne de olsa insan her zaman Hilton’da kalamıyor. Ancak öncelikle şunu söylemeliyim ki, Hilton Viyana’da 5 yıldızlı otel fiyatı ödememize rağmen üç yıldızlı bir otelde kalmış gibi olduk. Sürekli çoğul bahsediyorum kendimden ama otelde arkadaşlarımla kaldım, ayrıca “Turkish team” olarak kalabalıktık. Ayrıca 21 yy.’da internet için para istenmesi kadar da saçma bir şey olabilir mi bilmiyorum. Zaten oda fiyatımız kahvaltıyı içermiyordu ama, internetin saatinin de 10€ olması biraz fazlaydı bence. Açıkçası Viyana’ya giderseniz, o kadar parayı da gözden çıkardıysanız lütfen diğer otel seçeneklerini değerlendirin.
Gitmeden önce uğramamız gereken bir kaç kafenin adını öğrenmiştim zaten. Tabi ki bir klasik olan Mozart Cafe ile başladık. Ortam olarak çok güzeldi. Eski tarzda dekore edilmiş, muhteşem bir deneyimdi diyebilirim. Kahve ve tatlı bana Türkiye’de bile bir arada çok ağır geliyorlar. Ama Viyana’ya gidince denemeden olmazdı tabi ki. Yanında küçücük şişelerde likör gelen Mozart kahvesi ile çok meşhur sachertorté’yi denedik. kahveler muhteşemdi, ancak aynı şeyi torte için söyleyemeyeceğim. Benim için çok tatlı ve kremalıydı. Ama eminim bayılanlarda vardır. Lafı gelmişken aynı şeyi meşhur şinitzel için de söyleyeceğim. O şinitzeli Türkiye’de de yiyoruz bence zaten. Ama patatesler muhteşemdi. Bir de menüde lokumlu Türk kahvesi vardı.
Viyana’da görülecek şeyler arasında tabi ki saraylar en başı çekiyor. Aşırı soğuk nedeniyle Hofburg sarayını pek algılayamadıysam da, Belvedere ve Schönbrunn Sarayları’nın çok ihtişamlı olduğunu söyleyebilirim. Belvedere bizim Topkapı Sarayı gibi sergi salonuna döndürülmüş. Klimt’in orjinal tablolarını görmek mümkün. Çok beğenmediğim “The Kiss” tablosu orjinal olunca bir değişik oluyor. Bir de gerçek bir Van Gogh görmek son derece heyecan vericiydi bence. Sarayın boş bir odasında bağırabildiğiniz kadar bağırın yazıyordu. Bağırınca oda size cevap veriyor. Nefes alıp vermeye başlıyor ve ışıklarını yakıp söndürüyor. Bir nevi korku filmi gibi bence. Schönbrunn Sarayı’nın bahçeleri çok güzeldi. Eminim yazın daha da etkileyici oluyordur. İşte saray diyor insan görünce.
Ulusal kütüphanenin içinde Efes Müzesi vardı. Önce sinirlendik, utanmadan müzeyi çalıp getirmişler, bir de para istiyorlar diye. Meğer sadece gezmeye çıkmış koleksiyon. Ama biz görmedik sonuç olarak. Evimizde görürüz biz kazanırız dedik:p Karşılıklı olarak duran tarih müzesi ve çağdaş sanat müzelerinde de çok ilginç birşeyler yoktu. Müzelerin içini gezmemeyi tercih ettik. Ancak mimari yönden ilginçti tabi ki. Zaten mimar arkadaşlar bayıldılar. Çağdaş sanat müzesinin içinde Andy Warhol var sanmıştık, sadece bir kaç videosu varmış ne yazık ki.
Hunder Wasser Haus Avrupa’da yeşil çatı uygulamasını ilk yapan binaymış. Tabi ki ben gördüğümde çatılardaki ağaçlar yapraksızdı. Mimarın ve ressamın vermek istediği mesaj doğayla bütünleşelim, doğadan kaçmayalımmış. Bir de bu yapı biraz kenar mahalle gibi bir yerdeydi. Mimar arkadaşların dediğine göre bu tür yapılar kentsel dönüşümü gerçekleştirebilmek için hep öyle yerlere yapılırmış. Keşke bizde de mesela Tarlabaşı’nda böyle binalar yapılsa. Kunt der Gaus ise Hunder Wasser Haus’un birkaç sokak ilersinde müze olarak kullanılan, gene aynı yapıya sahip bir binaydı.
Dünyanın en büyük dönme dolabı da Pratern’deymiş. Oralara kadar gittikten sonra görmemek olmazdı. Son derece büyüktü, ve biz akşam üzeri saatte gittiğimiz için de ışıklarla falan çok güzeldi, ki fotolarını görebilirsiniz zaten.
Yaşam enteresandı. Fiyatlar tam Türkiye gibi ama Euro cinsinden. O yüzden de tabi ki biraz pahalıydı. Avusturya’lıların İngilizcesi gerçekten çok kötü. Anlaşmak biraz zor. Ayrıca da kabalar. Kabalıkları ise içten gelen bir kabalık. Hani yardımcı olmuyorlar değil ama bunu yaparken hiç kibar değiller. Oslo ile ilgili izlenimlerimi yazmamıştım size. Oslo’daki insanlar o kadar kibardıki, ben bütün Avrupa böyle sanmıştım ama değillermiş ne yazık ki.
17 Mart St. Patrick Günü’nde bir Irısh Pub’a gitmek enteresandı. Zaten girebilmek pek mümün değildi. İrlandalılar sabahtan itibaren bira içmeye başladıkları için gece sokaklarda soyunmaya başlamışlardı. Barda benimle herşeyi ben içtim diye dalga geçtiler, sonra da ben bara yaklaşamıyorum diye barmene benim için sipariş verdiler. Türkiye’de olmadığını düşündüğüm cidar birasının fıçısını eve istiyorum. O kadar güzeldi.
Şimdi sizi fotoğraflarla başbaşa bırakıyorum. Bir de size birkaç gün sonra bir sürpriz yapacağım.