11 Mayıs 2012 Cuma

Beyrut 2. Gün: Jeita Grotto, Byblos, Harissa



Ayaklarımızın altını şişiren birinci günümüzden sonra bugün sırada Dünyanın en büyük mağaralarından biri olan Jeita Grotto, en eski yerleşim birimlerinden birisi Byblos ve Harissa var. Sabah kahvaltısında otelimizde kalan hanım kızlarımızın Buddha Bar’daki Türklerden şikayetlerine kulak misafiri olduk ayyy her yer Tuuuurk şeklinde konuşan bu hanım kızlarımızda Türktü tabi ki ve ben de sağlı sollu dalma isteği uyandırdılar. Kahvaltıdan sonra otelin önüne çıkınca önceki gün gördüğümüz taksicilerden birisi ile pazarlık etmeye başladık. Annemden aldığımız bilgi doğrultusunda bu gezinin 100 dolar olduğunu biliyoruz. Aşağı inebilir miyiz bilmiyoruz (karı koca çok kazmayızdır pek pazarlık yapamayız.) ama en azında ödeyeceğimiz maksimum rakam bu.  Bir de Beyrut’a gidenler hep taksilerinin Mercedes falan olduğunu anlatıyorlar ama ben bunu anlamıyordum. Ne alaka diyip durdum. Bizim konuştuğumuz taksici aşağı yukarı bizim yaşlarımızda, fırlama bir Arap delikanlısı. 120 dolardan 110 dolara indi, Uğur 100 olsun düz olsun dedi olurdu olmazdı derken kendimizi takside bulduk ve o an Mercedes’i anladım. Bu taksi 1985 model bir Mazda. Araba benimle yaşıt neredeyse. Beyrut trafiği malum, gideceğimiz yerin neresi olduğunu da bilmiyoruz ama bindik bir alamete. Fadi sürekli ama sürekli konuşuyor. Kendi çapında fena olmayan bir ingilizcesi var ama arabanın içindeki gürültü seviyesinde Fadi’nin söylediklerini anlamak çok zor. Fadi de bizi anlamıyor ama susmuyor da. Sürekli bir neee, kim demiişşş hali var aramızda. Fadi bizi önce Jeita’a götürüyor. Jeita yolu bana bizim Oylat civarını hatırlattı.
Ben Pan'a benzettim ama???

Gerçekten de yemyeşil, bir ırmak akıyor. Yol biraz virajlı ama hayli güzel bir manzara var. Jeita’nın girişi kişi başı 12 dolar. Biliyorum bir mağara için çok geliyor kulağa ama içeri girince verdiğiniz parayı unutuyorsunuz bile. Jeita iki katlı dev bir mağara. Üst kat her zaman ziyaretçilere açık, alt kat ise zaman zaman kapanıyormuş. Üst mağaraya teleferikle çıkılıyor. İçerde fotoğraf çekmek yasak, makinalarınızı cep telefonlarınızı falan hep kilitli bir dolaba bırakıyorsunuz girerken. Mağaranın içinde ölçülerle aram biraz kötüdür ama yaklaşık 250 metre sanırım yürüdük biz. Yolun sonundan sonra hala mağara bitmemişti ama  ilerlemenize izin verilmiyor. Bu mağara Alanya’daki Damlataş mağarası ile aynı oluşum. Sarkıtlar ve dikitler var ama bunu Damlataş ile kıyaslamak hayli yanlış olur. Damlataş bunun yanında sayılmaz ki. Dikitler devasa boyutlarda. Aşağı yukarı 12000 sene öncesine tarihleniyorlar. Öyleki bir sarkıt mesela erinde kopmuş, düşmüş. Üzerindeki oluşum devam edip tekrar tepeden gelenle birleşmiş. Gerçekten de hayatımda böyle bir doğal oluşum görmemiştim. Bu arada oteldeki kız topluluğunun biraz daha salakları burda da vardı. Son moda kıyafetleri ile mağara gezmeye gelmişler, Allahım ne kadar eğleniyorlar falan. Bazen gerçekten de biz Türklerin davranışlarını görünce Allahım yarattın neden takip etmedin diyorum. Mağaraya parmak arası sandaletle veya poponun altında biten şortla gelmenin mantığı nedir arkadaşım? Ya o açıkta kalan poponu akrep soksa? Ah keşke soksa mı demeliyim acaba bilemedim ki? Neyse. Teleferikle çıktık, trenle veya yürüyerek inilebilir. Ben tabi ki trene bindim. Çocukluğumdan beri böyle oyuncak gibi görünen trenleri çok severim. İndiğimiz yerde de alt mağarayı geziyoruz. Alt kata da makina sokmak yasak ama bu sefer başınızda dikilip herşeyinizi kontrol eden görevliler yok, belki profesyonel makina ayıp olur da bence en azında telefonunuzu sokup çekim yapabilirsiniz. Biz sokmadık çünkü çok nizami insalarızdır. Ama pişman olduk resmen. Alt mağarada kayıkla ufak bir tur atıyorsunuz çünkü burasının içinde bir göl var. Bu kat ise içerdeki su seviyesine göre açılıyor, biz şanslıydık. Ben kendimi miteolojideki yer altı gölünde gibi hissettim. Yolun sonu Kerberos’a çıkacak diye endişelenmedim desem yalan olur. Çok güzel ve farklı bir deneyimdi, esasında dönüp tekrar kayığa binip bir tur daha atmadığıma pişmanım. Bir de tavsiye ne yapıp edin kayığın en önüne oturun. Biz şans eseri oturduk ama iyi ki oturmuşuz. Kayıklar 10 kişilik galiba. İkişer ikişer oturuluyor. Elektrik motoru kullanıyorlar, tamamen sessiz.
Jeita’dan çıktıktan sonraki durağımız Byblos. Durak dediysem aşağı yukarı 80 km ötede bir durak burası. Byblos Lübnan’daki en eski yerleşim merkezi.  Her ne kdar kazı çalışmaları ile çok büyük bir kısmı ortaya çıkmışsa da gene de çok fazla bir şey kalmamış. Küçücük bir tiyatrosu var, bir kaç sütun bir de. Ama sütunlara, Akdeniz’e ve bir de Lübnan’ın meşhur sedirlerine bakınca bir anda kendinizi çok eski çağlarda, Roma İmparatorluğu’nda bulabiliyorsunuz. Byblos’un bir de liman kısmı var. Liman kısmında da Chez Pepe diye bir balık restaurantını öneriyorlar ama ben çok pahalı olduğunu okumuştum, Fadi’ye biz biraz acıktık dediğimizde sakın burda yemeyin çok mu zenginsiniz ki iki kişi dünya kadar para ödersiniz sakın yemeyin dedi. İyi ya sen istemezsen yemeyiz Fadi dedik.   Bir de bizi hızlıca hareket ettirmek istiyor, Harissa kapanıyor gidelim burda zaman kaybetmeyin diyor. Bu arada limanda trafikte duran bir adamın önce akıcı bir Fransızca ile, ben İngilizce konuşur musunuz diyince de akıcı bir İngilizce ile kameramın fiyatını sorması, 400 dolar civarı mı demesi beni benden aldı. Ben o dilleri öğrenebilmek için yıllardır çabalıyorum, İngilizceyi kotardık ama Fransızca çok zor, İtalyanca ile açığı kapatmaya çalışıyorum arada ama işte böyle bir anda birisi bir şey diyince ancak “anglais s’il vous plait” diyebiliyorum. Fadi’nin dediğine göre Lübnan’da okullarda Fransızca eğitim verildiği için herkes Fransızca konuşurmuş. İngilizce öğrenmek ise dertmiş.
Lübnan Sediri gerçekten de çok güzelsin.




Byblos’tan sonra günü kapatacağımız Harissa’ya yani Notre Dame du Liban’a doğru ilerliyoruz. İlerliyoruz dediysek kelle koltukta gidiyoruz. Fadi bize 80le 160 keyfi yaşatıyor. Anlamadığım şey arabanın tavanındaki derinin parçalanmış olması. Takla falan atmış olsa gerek diye düşünüyorum ama takla atsa bu araba biter zaten. Ne yapmış arabaya hiç bir fikrim yok. Dediğim gibi bildiğimiz bütün duaları okutuyor bize. Beyrutlular Hrıstiyan ve Müslümanlar barış içinde en sonunda yaşamayı başardıkları için gururlular ama Fadi’ye Yahudileri sordum, resmen cevap vermeyi reddetti. Lübnan’da Yahudi yoktur diye düşünüyorum zaten ama emin olmak istedim, arabada böyle bir gerginlik yaratacağını düşünmemiştim.
Harissa’da dağın tepesine bir Meryem Ana heykeli yapılmış.  Teleferikle dağın tepesine çıkılıyor. Teleferik yolu hayli uzun ve dik. Üstelik teleferik evlere o kadar yakın geçiyor ki korkuyorsunuz binaya çarpacak diye. Hatta bir binanın balkonuna bu teleferiklerin geçtiği V şekildenki aletten koymuşlar. Gerçi ordan geçmiyor ama hani sallansa azıcık geçer. Demem o ki hayli korkunç bir yol esasında. 

Bu arada bizim karnımız çok aç, Fadi’de aç. Ama biz inatla Burger King’e götürmek istiyor. Belli ki çok seviyor Burger King’i. Bizi geleneksel bir yere götürsene diyoruz ama yok, Burger’a takmış kafayı. Biz en sonunda bunu yemek istemiyoruz dedik, tamam ben siz gelene kadar yiyeyim bari dedi. Hayli uzun bir kuyruktan sonra yukarı ulaşmayı başardık. Yukarıda bir kilise var, biz Pazar günü gittiğimiz için kilisede de ayin vardı. Ben hep farklı dinlerin ibadetlerini de merak ederim, utana çekine ayine de girdim sanki neden geldin diyecekler sonuçta bu bir ibadet. Ama Beyrut’taki ibadet dilinin de Arapça olması çok enteresan geliyor insana. Sonuçta Arapça ile özdeşleşen din Müslümanlık. Ayrıca Meryem Ana Heykeli’ne de çıkılabiliyor. Bu tür aktivitilerden biraz çekiniyorum. Ben heykele turistik amaçlarla çıkıyorum ama dua eden Hristiyanlar var. Kimseye saygısızlık etmek istemiyorum. Aynı şeyi camileri gezerkende hissediyorum ama camide biraz daha rahatım galiba. Oranın kurallarını biliyorum sonuç olarak. 





Dönüş yolunda benim pestilim çıkmış uyuya kalmışım ama Uğur ben uyuynca tedirgin olmuş, uyanık kalmak için kendini zorlamış. Fadi bizi kaf kafamızı yan pencereye vurarak, kah birbirimize vurarak Hamra’ya getirmeyi başardı. Ertesi gün yolumuz Baalbek tarafına, Fadi telefonunu veriyor ve yarın da arayın diyor. Ama Fadi bu arabayla 170 kmlik Baalbek yolu nasıl çekilir? Bu araba o kadar yolu gider mi?
Gece ise karnımız aç, yolumuz Gammayzeh’de Le Chef’e doğru gidiyor. Bu arada iki gündür Beyrut'ta Holiday Inn otelini ve üzerinde Stop Solidere yazan binayı arayıp bulamıyoruz ama bu gece şehre inerken şans eseri karşımıza çıkıyor. Holiday Inn oteli savaştan bir sene önce açılmış, sonra da ağır top ve roket yaraları almış, savaş anıtı olarak hala ayakta duruyor. Solidere ise Hariri ailesinin gayrimenkul firması ama Beyrutta bir grup aktivist  bu oluşumun kente zarar verdiğini düşünüyormuş ve işte karşılığında Stop Solidere çıkıyor. 


Bunlarla beraber St. George limanındaki tekneleri de görüyoruz, hiçbirisi yelkemli değil ve hepsi inanılmaz lüks motor yatlar. Görmemişliğin had safhası. Bence Türkiye'de motor yat kullananlar bu yatları görse ağlardı. Hepsi 2013 modeldi desem abartmış olmam. Kalamış'ta böylesi yok, Ataköy'de de olduğunu sanmıyorum açıkçası. 
Saint George'dan sonra yolumuz Le Chef'e doğru gidiyor gitmesine de saat mi geç, yoksa Pazar gününden mi bilmiyorum da restaurant kapalı. Karnımız açlıktan kazınıyor, Gammayzeh’in de üzerine Pazar rehaveti çökmüş esasında. En sonunda azıcık tartışarak (bizim yemekler genelde sıkıntılı kabul ediyorum) Kahwet Leyla’ya oturuyoruz. Uğur ben herşeyi yerim der ama et yer mesela. Leyla’da falafel, gene fattoush, Beyrut birası, birkaç birşey daha yedik. Üstüne utanmadan bir de Jallab içtim. Yemekleri hayli iyiydi. Jallab’ın hayli iyi olduğunu okumuştum ama demek ki hayli iyisi bile benim damak tadıma uymuyor. Hani içmesen onlarca sene ölmem yani. Bu arada yemekle ilgili okuduklarımın çoğunluğu http://www.cukurcumatimes.com/’dan bunu da belirteyim. Bu bogun sahipleri yemek konusunda hayli dikkatliler, bence sizde bakmadan geçmeyin. Bütün geceyi Kahwet Leyla’da geçirdik. Burası esasında bir Cihangir kahvesi gibi ama bize Fadi ile geçirdiğimzi günden sonra sakinliği çok iyi geldi. Bu arada artık Beyrut sokaklarına da alıştık, gönül rahatlığı ile yürüyoruz. Hangi sokak nereye çıkıyor biliyoruz. Akşamları hafif bir ilkbahar havası var. Uğur’u bilmiyorum ama ben yürümekten çok memnunum. Sadece ayakkabılarımın ayağımı vurmasından memnun değilim o kadar.
Otele dönüp gene deliksiz bir uykuya yatıyoruz. Bu şehir bizi ne kadar yoruyor böyle? 

Hiç yorum yok: