26 Temmuz 2016 Salı

Heidelberg - Bir Masal Şehri

Merhaba;

Var mısınız bir masal şehri gezelim? Frankfurt'tan kısa bir araba yolculuğu  sonunda Heidelberg'deyiz. Tren de vardı ama biz zaten araba kiralamıştık. 

Öncelikle Frankfurt'tan otelden çıkış yaptık ve kahvaltı yapacak bir  yerler aradık. Keşke otelde kahvaltı yapsaydık dedik. Gerçekten pazar günü Frankfurt bir ölü şehirdi. O kadar zor bulduk ki  iki lokma bir şeyler yiyecek açık bir kafe. Belki şehir merkezinde gene de açık yerler olabilir bilemiyorum. Biz hızlıca halletmek istedik ve merkeze kadar gitmeyi göze alamadık. Araba park edecek yer bulacağımızdan da emin değildik. Ama anladık ki Almanya'da park yeri pek sorun değil. Zaten İstanbul gibi binlerce araba yok, nereye park edip nereye edemeyeceğin belli. Ayrıca paralı otoparklar da mevcut. 

Heidelberg bana biraz Amasya'yı anımsattı (Hiç görmediğim bir yeri nasıl anımsattı ya?) Nehir kenarına kurulmuş bir kent. Almanya'nın en romantik şehirlerinden biri olarak geçiyor. Meğer çocukluğumuzda resimlerini yaptığımız evler var ya hani iki katlı, camları tahta çerçeveli, dağa sırtını yaslamış. İşte onlar hep Heidelberg'teymiş. 


Arabayı şu yukardaki meydanın altına park ettik ve ilk gördüğümüz şey de tabi ki şu tepedeki kale oldu. Kaleye çıkmak için bir teleferik bileti alıyorsunuz. Bu teleferik bileti size kale bahçelerini gezme hakkını da veriyor. Teleferik iki kısımdan oluşuyor. ilk kısmın ücreti 7 euroydu ve burası kale girişini de içeren bölümdü. İkinci kısım ise trekking yapmak isteyenler için daha da yukarı çıkıyordu. Biz bu sefer hakkımızı kaleden yana kullandık, hepsine birden yetişemeyeceğimiz barizdi.




Teleferikten indiğiniz zaman yukarıdaki binayı görüyorsunuz. Burası istasyon binası. Birazı mizansen tabii, o değirmen çalışmıyor mesela ama binalar aynen korunmuş bütün şehirde.







Kale tabi ki çok büyük hasar almış yıllar içinde. Çok küçük bir kısmı onarılmış ve içi gezilebiliyor. Kalenin içini gezmek isterseniz rehberli turlara katılmanız lazım, saatlerini kontrol etmekte fayda var. Bu arada isterseniz teleferiğe binmeden yokuş yukarı yürüyüp bahçeleri de gezebilirsiniz, kimse bilet sormuyor. Ama iş rehberli tura gelince teleferik biletini görmek istiyorlar önce aklınızda olsun.



Kalede iki farklı mimari yapı var bu da çok ilginç. Karşıda görülen kanat Alman  gotikliğini yansıtıyor. Oysa sağ kanadı rönesanstan etkilenerek Roma tarzında inşa etmişler. Tabi farklı yöneticiler farklı zamanlarda yapmış bunları. Kalenin de ilginç bir tarihi var.  Fransızlarla sıkı bir savaş durumunda olmuşlar Orta Çağ boyunca. Dere beylerinden birisi  kızını Fransız Kralı Louis (Bu bilgiyi teyit etmedim) ile evlendirmiş. Kendi oğlu hastaymış ve oğlunun esasında çok yaşayamayacağını düşünüyormuş. bu sebeple savaşın kendi ölümünden sonra sürmemesi için kızını Katolik Fransa'ya gelin yollamış. Mezhep sıkıntısı yaşanır demiş Fransızlar, önemli değil Katolik olur demişler. Tek şartları kadının aldatılmamasıymış. Gerçekten de baba ölmüş, oğlan da ölmüş. Fransızlar bu alanda hak iddia etmişler. Ve Almanları kendi silahları ile vurmuşlar. Fransa'da kadınların yönetmeye hakkı yokmuş ancak Almanya'da varmış. Bunu kullanmışlar ve şehri istila etmişler.

Rehberimiz o zamanlar Heidelberg'ün bu kadar yeşil olmadığını söyledi. Savaşlar ve inşaatlar yüzünden hep ağaçları kesiyorlarmış zira.



Yukarıdaki Alman cephesi


Bu da Roma cephesi



Şu yukarıda gördüğünüz devasa bir şarap fıçısı. Uzun kuşatma dönemlerinde bira dayanmadığı için en çok tüketilen içecek şarapmış. Oradaki insanların boyları ile oranı siz yapın. Bu fıçıyı ne kadar  sürede bitirebilirsin ki? 




Kalenin içinde bir ecza müzesi vardı. Otlar, böcekler, ilaç gelişim tarihi.




Yemyeşil ve muhteşem bir şehir. Yalnız bütün Almanya gezisi boyunca şehirlere sinmiş bir 2. Dünya Savaşı kokusu aldım ben. Sanırım bu daha çok şehirlerin hiç değişmemesinden kaynaklanıyor. Yani gelip Heidelberg'de bir film çekebilirsiniz. Tek yapmanız gereken kostüm tasarımı olur.

Bu satırları evimin önün de yükselen vinçlere bakarak yazmak iyice sinir bozucu oluyor.



İşte şu yukarıdaki evi gözüme kestirdim. Her gün kenara 1 lira koyuyorum (Bari Euro koysam ya:)) Ölmeden alamayacağım herhalde.





O gün Almanya'nın Slovakya ile maçı vardı. Yukarısı üniversite bahçesi. Bu insanlar Alman, Slovak veya bizim gibi sadece maç izlemeye gelenler. Ne bir kavga çıktı, ne de küfür edildi. Üstelik herkes litrelerce bira içmişti. Geçen ay Fenerbahçe - Galatasaray maçını izlerken "yeteri kadar üzülmedi" diye Uğur'un kafasına Arjantin bir bardağı atmıştı Fenerbahçe taraftarları. Bir burdaki maça baktık, bir kendi yaşadıklarımıza...Almanlıktan aldığımız tadı hiçbir şeyden almadık :)) Espriyi bilmeyenler tıklasın lütfen. 
 


Gün batımı da Darmstad'tan olsun.  Artık yolculuğumuz bitiyor ne yazık ki. 


11 Temmuz 2016 Pazartesi

En Sonunda Almanya 1. Gün: Frankfurt

Merhaba;

Bir özlemin bitişi ile karşınızdayım. Sonunda Almanya'ya gittim. 2012'de Lale Almanya'dayken Noel için gitmek istemiştim. Ve ne oldu, neden oldu anlamadığım bir şekilde vize başvurum reddedildi. O zamanlar devlet memuruyum. O zaman küstüm Almanya'ya. Daha da gelmem dedim. Ama işte öyle olmuyor hayat. Bir taraftan da merak baki. Neyse topladım gene belgeleri, gene idata yolları. Bu sefer kabul ettiler başvurumu. Aldım vizeyi ver elini Frankfurt. 

Frankfurt'a bir cumartesi sabahı indik. Sabah 6 gibiydi uçağımız. Önceki geceden de bir sürü iş birikmişti. 2 saatlik uyku ile yollara düştük. Frankfurt - Darmstad - Frankfurt arası olacağı için rotamız bu sefer araba kiraladık. Havaalanından arabayı kapıp önce otele gittik, eşyaları bırakıp biraz dinlenelim diye. Söylemesi ayıp bir Mercedes verdiler bize, ben ki Mercedes sevmem inesim gelmedi. Dedim neden yürüyoruz, araba gitsin işte. Yolları da anlatmak istiyorum, 4er şeritli otoyolda etrafta hiç yerleşim yok, sağlı sollu her taraf ağaç ve yemyeşil (ABD'de de böyleydi ama Washington'da sadece). Tabii dedim Almanlar kıskanırsınız bizim yollarımızı. Sizin otoyol manzaralı evleriniz, plazalarınız, AVMleriniz yok. Siz bizim yollarımızı kıskanıyorsunuz. Ağaç dediğin nedir canım, bir AVMye benzer mi? Neyse sağımıza solumuza baka baka otelimizi bulduk, bir süre uyuduk yoksa güne saat 5te falan veda edebilirdik. 

Frankfurt'un ortasından Ren Nehri geçiyor. Benim gibi içinden nehir geçen şehirlerde büyüyen çocuklar için çok güzel bir şehir o yüzden. Resepsiyonist metro ile gidebilirsiniz dedi ama biz nehir kıyısından yürümeyi tercih ettik ufak ufak. İyi ki de öyle yapmışız. Koşanlar, piknik yapanlar, bisiklete binenler, ne ararsanız var.

Bu arada gitmeden havanın yağmurlu olacağını görmüştük, o yüzden de şemsiye aldık yanımıza. Sonra otelde "yaa saat 3 ile 4 arası yağacakmış, girer bir kafede bir şeyler yer içeriz taşımayalım boşu boşuna" dedik. Bu burda bulunsun.

Ren boyunca yürürken kültürler geçidine denk geldik, çeşitli ülkelerin halk dansları, yemekleri, insanları vardı. Esasında bütün gün de sürdü etkinlikler. Biz yanımıza para almadan gittiğimiz için önce para çekelim, bir de Goethe'nin evini görelim diye şehir merkezine doğru vurduk kendimizi. 




Tam şehir merkezinde dolanıp etrafımıza bakınırken yağmur da ufak ufak yağmaya başladı. Eh saatler üçü gösteriyordu, yağmurun başlaması makuldu. Biz de Goethe'nin evine doğru meyillendik ki şu bir saati kapalı bir mekanda geçirelim.

Goethe benim çok bildiğim bir yazar değil, sadece Faust'u okudum. Uğur'da askerdeyken Genç Werther'in Acıları'nı okumuş. Ben pek hatırlamıyorum, Uğur'da çok içinin sıkıldığını söylüyor. Eve gelirsek, bir kere ev 2. Dünya Savaşı'nda neredeyse tamamen yıkılmış, daha sonra tekrar inşa edilmiş. Esasında zengin bir Alman ailenin evini görmek anlamında güzel bir deneyimdi ama evde Goethe'ye dair çok fazla bir şey de yok gibi. Mobilyaların bir kısmı gerçek, bir kısmı ise yeniden yapılmış. 
Aşağıdaki görebileceğiniz gibi bir kaç tane saat var. ben alttakini beğendim ama daha aşağıdaki baya çirkin kabul edelim. 
  


Şu aşağıdaki ilginçti. Bu bir kukla tiyatrosu dekoru. Anneannesi çocuklara hediye etmiş, geriye sadece bu parça kalmış. Çizimleri de vardı hayli ilginç bir tiyatroymuş.Gerçekten eskiden çocuklara ne güzel oyuncaklar  veriliyormuş, şimdiki çocukların sadece tabletle oynaması ne acı. 
Saat 3'te başlayan yağmur, saat 5 civarında azaldı diyelim. Resmen gök yarıldı, biz evde 2 saat mahsur kaldık. Tabii şemsiyeyi Türkiye'den Almanya'ya taşıyıp yanımıza almadığımız için yağmur biraz azalınca en yakın DM'e gidip bir şemsiye kaptık. Üstün Alman teknolojisi şemsiyemle çok mutluyum ne yalan söyleyeyim:) Üstelik rengi de çok güzel, turkuaz. 



Köprüde yıllara göre sel seviyelerini gösteren işaretler var. Fotoğrafa almamışım ama en üstte 1300lü yıllar vardı. O kadarına çok inanamadım. Köprüyü geçiyoruz ve hedefimiz Apfelwein Wagner. Artık karnımız iyice acıktı. Ben bu restaurantı daha önce bulmuştum. Bu bölgede elma şarabı dedikleri bir içecek meşhurmuş. Biz Almanya'ya giderken hedefimiz bira sosis ve patates ile beslenmekti. Bira konusunda biraz beceriksiz çıktık ama sosise doyduk. Wagner tam "atları bağlayın, bu gece burda kalıyoruz. Hancı bize şarap getir" diyebileceğiniz bir yer. Eski usul bir Alman restaurantı.  Uzun masalarda oturup yanınızdakilerle sohbet edebiliyorsunuz. Tabii Almanlarla Türkler bir araya gelince kaçınılmaz muhabbetlere giriliyor; burdaki Türkler asla bu tür yerlere gelmezler, zaten kimse ile iletişim kurmuyorlar vb. Neyse ki gerçekten çok tatlı orta yaşlı bir çift vardı yanımızda, o yüzden sinirlenmedim. Güzel güzel sohbet ettik. Wagner'de bira yok, sadece elma şarabı içebilirsiniz. Elma şarabı ise ciderdan daha az aromalı bir içki. Sanki ciderın içine maden suyu katılmış gibi. Biz önce birer bardak içtik, sonra sürahiyi devirdik. Sevip sevmediğimden emin değilim ama içiliyor. Yemek olarak ikimiz de sosis aldık. Yıkılmıyordu ama güzeldi. Bu arada baya da makul bir hesap ödedik. Wagner atmosferi için gidilebilecek bir yer bence. 
  



Frankfurt Almanya'nın finans merkezi olarak geçiyor. Görüyorsunuz gökdelenleri bile fakir. Üç beş tane gökdelenle finans merkezi mi olurmuş, gelin Maslak'ı görün siz. Ne? AB Merkez Bankası mı var aşağıdaki fotoğrafta? Olsun, gene de finans merkezi falan olamazsınız, bizi kıskanmayın rica ediyorum. Şaka bir yana, yukarda gördüğünüz yapılar ve aşağıdaki Merkez Bankası binası haricinde Frankfurt'ta hiç yüksek bina yok, silüetlerini bozan bir yapı yok. Eskiden nasılsa bugün de öyle korunmuş. Frankfurt gördüğüm Avrupa şehirleri arasında en zayıflarından birisi. Çok güzel bir şehir değil, görmesek de bir şey kaybetmeyiz ama görünce hoşunuza gidiyor. Pek çok el sanatı dükkanı var. Belli ki yaşam standartları hayli yüksek. Gezmek için çok mu gerekli bilemem ama yaşamak için çok keyifli olacağı garanti. 


Bir tane büyük katedral vardı ama biz saat 6dan sonra ona ulaşabildiğimiz için kapanmıştı. Dış cephesi ile yetindik.  

Aşağıdaki fotoğraf saat 21:42'de çekildi. Biz bugün o kadar üşüdük ve yorulduk ki saat 22:00 gibi uyumaya gittik. Tabii bunda içtiğimiz bir sürahi şarabın da etkisi vardı bence.  


Siz gördünüz mü Frankfurt'u?