19 Ağustos 2011 Cuma

I Dreamed of Africa- Cape Town 2. Gün

Biliyorum söz verdiğim hızla yazamıyorum, elimi oyalayan işler olduğundan değil ama nedense bir bezginlik, bir yorgunluk var üstümde. Bu sanırım tatil yapmamaktan kaynaklanıyor. (Gözün doysun sayın yazar, taa Afrika'ya gittin).

Evet geldik Afrika seyahatinin son gününe. Cape Town. İkinci gün. Sabah erken kalktık. Öce evin aşağısında bulunan markete gidip bir kaç parça yiyecek ve su alıp kahvaltı edelim dedik. O gün pazar. Markete giden yol yokuş aşağı. Yokuşun dibinde bir zenci bağırıp çağırıyor. Tabii güvenlik takıntılı Türkler huylanıyorlar. Biraz ilerlese ya, orda bağırmasın, zaten pazar pazar neden bağırıyor ki diye düşünürken bir anda hiç bir yerin ortasında bir abi fırlıyor sokağa. Abinin üçgen vücudu var. Üzerinde tişört yok, ayağında da ayakkabı. Sadece pijaması ile fırlamış ve zenci çocuğa bağırıp birşeyler söylüyor. Heralde ne bağırıyorsun gelirsem oraya seni döverim gibi şeyler. Çocuk bağırıyor, abi buna doğru koşuyor. Adam baya çıplak ayak çocuğu kovalıyor. Hani adam çocuğu yakalasa belinden ikiye kırıverir. Ama çocuk genlerinin üstünlüğünü kullanıp adamdan hızla kaçıyor, yolun karşısında kovalamaca devam ediyor. Adam çocuğu yakaladı mı yakalamadı mı bilemiyoruz.


Kahvaltıdan sonra bizi gelip rehberimiz aldı, ilk durağımız Fok Adası. Fok Adası küçük bir kayalık alanda yuvalanmış onlarca fok balığından oluşuyor. Tekneyle 15 dakikalık bir yolculuk sonunda ulaşılıyor. İki karşılıklı kayalıktan sadece bir tanesini foklar mesken edinmişler, diğeri ise bomboş duruyor. Ayrıca fokları avlamak için gelen köpekbalıklarının da uğrak noktası(ymış). Biz görmedik. 

Foklar çok sevimliler evet, ama koku dayanılmaz gerçekten de. 15 dakikalık bir seyirden sonra yeteri kadar fok gördüğünüze kanaat getirebilirsiniz. Bu koku Fok Adası'ndaki kadar yoğun olmasa da bütün okyanus boyunca kendini tekrar ediyor. Bence okyanustaki yosunlardan kaynaklanıyordu. 


Foklara gitmek için limanda tekne beklerken oradaki el snaatları tezgahlarından alışveriş yapabilirsiniz. Esasında bir yığın ıvır zıvıra para vermiş oluyorsunuz. Ama sonuçta insan oradaki tahtalara da kendini kaptırmadan edemiyor. Sıkı pazarlık şart. Rehberin söylediğine göre, indikleri fiyattan daha da aşağı inmedikleri nokta pazarlığın sonuymuş. Onun altına gerçekten de pek satmıyorlar. Ayrıca gene rehberimizin dediğini göre bu market şehir merkezindeki Green Market Square'e göre çok ucuzmuş ama karşılaştırma yapamam çünkü rehberimiz iki gün üst üste bizi allem edip kallem edip Green Market'a götürmemeyi başardı.



İkinci durak Ümit Burnu ve Cape Point. Ümit Burnu'nun hikayesi malum, öncelikle buranın Afrika kıtasının en Güney ucu olduğunu sanmış Bartelomeu Dias ama daha sonra buranın en güney değil en güney batı uç olduğu anlaşılmış. Gidip en güney batı uçta fotoğraf çektirebilirsiniz. Fotoğraf için de acayip bir sıra vardı, benden söylemesi.
Cape of Good Hope'dan sonra gerçek en güney uç olan Cape Point'e gidiyoruz. Cape Point'e de bir kaç yürüyüş yolu mevcut ama biz gene teleferikle yukarı çıktık. Malum sadece bir günümüz var. GÖrülecek yer ise çok. Cape Point'te de muazzam bir kalabalıkla muhatap oluyorsunuz tabi ki. Ama manzarası gerçekten de muhteşem. Özellikle biz gittiğimizde sislerin ve nemin de etkisi ile arka taraftki False Bay ile çok etkili bir görünüm vardı. 
 Bir tarafınız Hint Okyanusu, diğer tarafınız da Atlas. Muhteşem.
False Bay
En sonda ise penguenleri göreceğiz. Esasında penguen dediğin şey buzullarda olur değil m? Ama bunlarda zaten görmeye alışkın olduğunuz imparator penguenleri değiller. Jackass penguen denilen bir türler. İnsanlara saldırıp ısırıyorlar, o yüzden kucağınıza almaya kalkmayın. Aama güzellikleri su götürmez bir gerçek. Bir de inanılmaz komikler bence. Kendimi kaybedip 150 tane penguen fotoğrafı çekmişim.



Gene penguen koyunun girişinde de alışveriş yapabileceğiniz birkaç tezgah var. En çok rağbet gören ürünler boyanmış devekuşu yumurtalarıydı. Esasında el boyama olanların fiyatları binlerce euroydu ama eğer çok beğendiyseniz el boyama olmayanlarını da 15 euro gibi bir fiyata alabilirsiniz. 
Burdan sonrası Simon's Town üzerinde eve dönüş yolu. Ama buraya kadarı ile ilgili birkaç şey yazmak istiyorum. Bir kere mesafeler çok uzun. Yolda bazı yerlerde hayli virajlı. Midesine güvenmeyenlerin uyumasını öneririm. Benim görebildiğim kadarı ile buralar bir toplu ulşaım falan yok. Eğer bizim gibi bir tur ile gitmiyorsanız en mantıklısı araba kiralamak olacaktır. 

Yol boyunca belki de binlerce bisikletli gördük. Hepsi de asfalt bisikleti kullanan insanlardı. Akşam öğrendim ki lisanslı 40000 bisikletçi varmış Cape Town'da. İnanılmaz bir rakam bence. Zaten yollarda asfalt bisikleti kullanmaya çok uygun. Öyle çakul çukul yol yok. Her yer jilet gibi asfaltlanmış .Ayrıca neredeyse Ümit Burnu Milli PArk girişine kadar olan yolda inanılmaz güzellikte villalar vardı. Hepsinin özel plajları, otoparkları falan var. Sanki Brezilya dizilerindeki zenginlerin evleri gibi. Belli ki bunların hepsi beyazların .Binlerce bisikletliden sadece iki tanesi siyahtı. Yani para gerektiren şeyleri beyazlar yapıyor. Güzel evler de beyazların. Açıkçası yaşamın güzel noktaları hep beyazların elinde. Jo'burg'de, Cape Town'da bu kadar şiddet olaylarının olmasının sebebi de bence siyahların ne yazık ki hala eziliyor olması. Ümit Burnu yolu üzerinde bir tane kasaba vardı. Baya bakımsız ve eskiydi. Sakinleri de hep siyahtı. Ne yazık ki ırkçılığı hala iliklerinize kadar hissediyorsunuz. 

Gezimize döneyim. .yol boyunca gördüğünüz güzelim plajların hepsinde köpek balığı saldırıları oluyormuş. Gözlem kulelerini falan görmek mümkün zaten. Asla ben burda yüzmem dedim.. Ayrıca Eylül ayında balinalar geliyormuş ve balina gezileri yapılabiliyormuş. İşte onları görmek isterim:)

Akşam yemeği için çok lüks bir restauranta gittik. Green Point'teki Beluga Restauran. O kadar lükse ve ihtişama rağmen fiyatlar İstanbul fiyatlarının yarısı, yemekler değişik balıklar, kaz ciğeri,  antilop, devekuşu gibi değişik menu. Tavsiye ederim. Çok başarılıydı.

Ertesi gün uzun bir yolculuğumuz var. Önce Cape Town-Jo'burg. Sonra Jo'burg-İstanbul. Zaten günün yorgunluğuyla da kafamızı yastığa nasıl koyduk bilmiyorum.

İlginç bir bilgi ile kapatayım. Güney Afrika eşcinsel evlilikler yanılmıyorsam 1992'den beri serbest. 

Kapanışı da Gimme Hope Jo'anna ile yapayım.

5 Ağustos 2011 Cuma

Edit-İşBankası

Geçen postta İş Bankası ve KuryeNetle, esasında daha çok KuryeNetle yaşadığım sıkıntıyı anlatmıştım. Şimdi bankadabn aradılar, ve öncelikle blogumu okuduklarını söylediler ki şımarmadım desem yalan olur. Blogumu okuyanlar varmış;) Kredi kartı ile yaşadığım teslim sorununun KuryeNet nedeni ile olduğunu anladık, her adımı tek tek kontrol etmişler. Eczanede yazılımsal bir hata yaşanmış zaten onay vermemesi gerekiyormuş o kartın.Lounge'la ve KuryeNet'le de iletişime geçeceklermiş. Bu ilgiden hoşnut kaldım:))


Arama motoruna bu yazı da takılırsa memnun olduğumu da bilsinler istedim.

4 Ağustos 2011 Perşembe

I Dreamed of Africa- Cape Town 1. Gün

Günaydın;

Dün denk getirip yazamadım ama bugün güne erken başlayabildiğim için henüz işler çok yoğunlaşmadan Cape Town yazılarını da aradan çıkarayım diyorum:) 

Bizim Cape Town'da geçirebileceğimiz süre çok kısıtlı olduğu için yapabileceklerimizin sınırlı olduğuna karar verdik. Tabi ki Cape Town'a giden insanlar olarak Ümit Burnu'nu görmeden dönmek ayıp olurdu. Zaten Ümit Burnu gezisi bir tam gün sürüyor. Geriye yarım günümüz kalıyordu. Yarım günümüzü de şehir turu ve Masa Dağı'na ayırdık. Cape Town gezimizi bir arkadaşımız sayesinde iletişime geçtiğimiz Elements Travel organize etti. Elements Travel bir Türk şirketi, ya da çalışanların tamamı Türk ondan emin değilim:) Özlem Hanım ve Ozan Bey gerçekten de çok titiz bir çalışma sundular bize. Bütün maillerimize bekletmeden cevap vermeleri, her isteğimizi gerçekleştirmek için çabalamaları çok hoşumuza gitti bizim. İsteklerimiz şımarıkça istekler değildi, sadece mümkün olduğunca ucuza getirmek istiyorduk Cape Town gezimizi de çünkü zaten Sun City'ye giderken elimizde avucumuzda ne varsa harcamıştık ve paralarımızı üniversiteden ne zaman alacağımızdan emin değildik. .Kongre katılımı, uçak parası ve otel gerçekten de çok pahalıydı. Zavallı devlet memurları olarak kenardaki paralarımız peşin peşin bunlara gidince Cape Town'a giderken bir miktar zorlanmadık desek yalan olur ama önemli değil. Sonradan toparladık:)

Sanırım öncelikle Jo'burg-Cape Town arasında uçuş yaptığımız Kulula Havayolları'ndan bahsetmeliyim. Ben neredeyse hep THY ile uçtuğum için ucuz uçak şirketleri hakkında pek fikrim yok. Geçen sene İspanya'ya Vueling ile gitmiştik ve uçan bir dolmuştu uçak. Endişelenmedim desem yalan olur. Kulula Havayolları'da genel olarak  dolmuş kıvamında ama sanırım görüp görebileceğiniz en komik anonslara sahipler. Örneğin: Uçakta sigara içerken yakalanırsanız yeşil kuşak karateci arkadaşımız sizi uçaktan dışarı atacaktır. O zaman kanadın kenarında oturup şarkı söyleyebilirsiniz: :I believe i can fly, i believe i can touch the sky. Ya da: Bugün kaptan pilotumuz için çok önemli bir gün. İlk defa uçuyor ve hem de bugün onun 80. doğum günü. Ya da: Kabin basıncında bir azalma olursa tepenizdeki dolaplar açılacak ve oksijen maskeleri düşecektir, keyfine varın bu hizmet bedava. Eğer çocukla seyahat ediyorsanız önce kendi maskenizi sonra çocuğunuzunkini takın. İki çocuğunuz varsa hangisini daha çok seviyorsanız önce onunkini takın. Anonsların hepsi bu tattaydı. Lanseria-Cape Town arası 2.5 saat falan sürüyor uçakla. Sonuçta havalimanından rehberimiz bizi karşıladı. İlk gün sadece panaromik bir şehir turu ve Masa Dağı gezisi var. 

Havaalanından şehre (ah tam bu noktada 2 saat ara vermişim. Gün başlamadan yazıyı bitirmeyi beceremedim) giderken Cape Town'un varoşları olarak tabir edilen, teneke evlerden oluşan mahalleleri görebilirsiniz. Bunlar Cape Town'un heralde en en fakirlerinin yaşadığı bölgeler. Her ne kadar devlet bu evlerin yerine prefabrik evler yapıyor olsa da insanlar onların arkasına tenekeden odalar ekleyip kiraya veriyorlarmış. Yani önemli olan  sadece yapıların değişmesi değil demek ki, kültürel yapının da geliştirilebilmesi. 
Masa Dağı (Table Mountain) gerçekten de Cape Town'un üstünde duran bir masa gibi. Yüksekliği 1084.6 m. Tepesine çıkmak için bir teleferik hattı var.  Yok ben teleferikle çıkmayacağım diyorsanız da çeşitli zorluklarda yürüyüş yolları da var. Teleferik hattından görünen tırmanma parkuru en zorlusuymuş,  zaten ciddi bir kaya tırmanışı deneyimi gerektiriyor.
Waterfront'tan Masa Dağı'nın görünüşü
Biz şanslıydık, kış olmasına rağmen dağa çıkabildik. Kışın çok nadir hava yukarı çıkılmasına izin veriyormuş meğer. Dağın teğesinden görünen manzara da gerçekten büyüleyici. Bütün Cape Town ve karşıda Mandela'nın 27 sene hapiste kaldığı ada. 27 sene dile bile kolay değil, üstelik bir adadasın. Robben Island. 



Masa Dağı'ndan Sinyal Tepesi ve karşıda Robben Island

Masa Dağı civarında o kadar çok fotoğraf çekmişiz ki, ama hepsinde de kendimizi çekmişiz nedense. Cape Town manzarasına karşı koymak imkansızdı sanırım. Dağın tepesinde de çeşitli yürüyüş parkurları var. Zamanınıza göre istediğiniz uzunlukta birini seçebilirsiniz. Dağın muhtelif yerlerinde orada bulunan bitki ve hayvan çeşitleri ile ilgili bilgiler de veriliyor.
Masa Dağı'ndan görünüş

Masa Dağı sonrası açlığa daha fazla tahammül edemeyeceğimize hükmettik ve rehberimiz bizi Water Front'ta Ocean Basket diye bir restauranta götürdü. Çok fazla özelliği olan bir restaurant değil. Fast Food balıkçı diyelim. Ama lezzeti güzeldi yediklerimizin.

Water Front ise güzel bir alışveriş merkezi gibiydi. Daha çok yelkenlerden ilham alınmış, ferah, aydınlık. Biz gittiğimizde meydanda bir orkestra film müzikleri çalıyordu. Çeşitli mağazalar var. Cape Town'da alışageldiğimiz markaların pek çoğunu görmedim ama bunun yerine çok değişik sabun, parfüm falan satan yerler vardı. Hepsi tertemiz kokuyor. Bizde ki Body Shop'tan falan çok farklıydı. 

Waterkant denilen bir bölgede apartta kaldık. 3 tane yatak odası olan daireye girdiğimizde zaten uyuklamak üzereydik. O gece kimse dışarı çıkmayı aklından bile geçirmedi. Sadece su ve çay almak için markete uğradık o kadar. Neyse ki market eve çok yakındı.

Rehberimiz güvenlik konusnda bir hayli kafamızı karıştırdığı için gece dışarı çıkmak konusunda endişeliydik. Rehberimiz aynen şöyle konuşuyordu: Bu caddenin yukarısına yürümeyin, ötekinini aşağısına. Waterfronttan taksiye binin, ama evin oralarda yürüyebilirsiniz.  Bu da çok fazla kafa karışıklığına sebep oldu.  

Günaydın diye başladım yazıya, saat 15.19 oldu ben yazıyı bitirene kadar.  İkinci günün olaylarını da yazarsam bu yazı fazla uzun olacak, bu yüzden ikiye bölmeye karar verdim. İkinci kısım için bekleyin.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

I Dreamed of Africa- Sun City

Merhaba;

Aylar süren sessizliği bozdum sonunda. Gerçi beni diğer blogdan okuyanlar bu seneyi çok zor geçirdiğimi biliyorlar. Yeterlik derken ne gezmeye gidebildim, ne fotoğraf çekebildim. Ah ah evliliğimin ilk yılını böyle mi hayal etmiştim oysa:( Mayıs ayında bir arkadaşımın düğün fotoğraflarını çektim, onları işleyip, gelin ve damattan izin alıp, alabilirsem blogda paylaşmaya bile zaman ayıramadan tekrar yeterliğe girdim. Haziran ayında da biraz tezimle ilgili çalıştım ki sonunda bir senedir uğraştığım Güney Afrika kongresi geldi çattı.  Öncelikle temel iki bilgi vereyim, Güney Afrika Türk vatandaşlarından vize istemiyor. Türkiye'den gelen insanların herhangi bir aşı olması da gerekmiyor. Ama Kruger mesela sıtma bölgesiymiş, bu yüzden dikkat edip iyice araştırmakta fayda var. Biz aşı olmadık giderken. 

9 Temmuz'da kalabalık bir grup olarak Güney Afrika'ya gittik kongre için. İstanbul-Johannesburg (ki Güney Afrika'da kısaca Jo'burg diyorlar) arası THY ile direk uçulabiliyor ve yaklaşık 9 saat sürüyor. Ben hiç bu kadar uzun süre uçmamıştım. Giderken sıkılmadım ama dönüşte sıkıldım nedense.  Yalnız gidiş yolunda çok tatsız birşey yaşadım ki bunu paylaşmak istiyorum. Uçağımız gece 23.35 gibi bir saatteydi. Sabah eczaneden vitamin ve böcek ilacı aldım, ödemeyi de kredi kartımla yaptım. Bir sorun çıkmadan ödedim. Gece havaalanında Maximiles'ın lounge'unda oturmak istedik. Bunun için kredi kartınızdan 1 lira gibi bir rakam çekiyorlar. Kapıdaki görevli kredi kartınızın kullanım süresi dolmuş sizi alamam dedi. Afalladım çünkü kartı daha 5-6 saat önce kullandım bir sorun çıkmadı. Bir daha dener misiniz dedim. Görevli son derece terbiyesiz bir şekilde denesem ne değişecek bunun süresi dolmuş dedi. Gerçekten de son kullanma tarihi Haziran ayıymış. Biz Temmuz'un ortasına gelmişiz ama benim yeni kredi kartım elime ulaşmamış. Bankayı aradım ama hiçbir çözüm bulunamadı. Lounge'a hocalar aldı beni onda sıkıntı yoktu ama sonuçta yurtdışına çıkıyorum ve kredi kartım çalışmıyor. Yaşadığım sinir bozukluğunu varın tahmin edin. Gözlerim doldu resmen. İş Bankası'na bir böyle işe iki diye saya saya uçağa bindim. Bu olay ayın 9unda oldu. Kuryenet bana ayın 13ünde mesaj attı geldik bulamadık diye.Ve sonuç olarak öğrendim ki kartım kargoya 10 Haziran'da verilmiş. Kuryenet gibi sorumsuz bir taşıma firması daha görmedim. Tek işleri kart dağıtmak ve onu da beceremiyorlar. Bunu da yaşayan ilk insan ben değilim. Uğur'un banka kartını da 5 kerede getirebildiler ve internette haklarında yüzlerce şikayet var. 


Tabi ki Güney Afrika'ya giden herkesin yaşayacağı klasik sıkıntı, güvenlik olacaktır. Biz de gitmeden önce çok endişeliydik. Herkese sorduk, mailler attık, sayfalarca blog yazısı okuduk ama sonuç olarak bunun bir tane doğrusu yok. Evet güvensiz ama bizim başımıza birşey gelmedi. Ama bu sizin başınıza birşey gelmeyeceği anlamına gelmiyor. Cape Town'lu arkadaşlarımızdan birisi buradaki suç oranı belki Türkiye'den daha düşüktür ama buradaki suçlar çok vahşi demişti. Haksız sayılmaz. 

Ama Cape Town'dan önce ilk durağımız kongre merkezi olan Sun City. Jo'Burg'e yaklaşık 3 saat mesafede, çölde bir vaha gibi Sun City. Etrafı çöl olduğundan değil ama hiçbiryerin ortasında yükselen tropik bir tatil cenneti. Sun International diye bir grup yapmış. İçinde 4 tane otel vardı, bu otellerin hepsi aynı gruba ait. Aralarındaki lükse göre fiyatlandırma yapmışlar. En lüksü Palace of the Lost City diye bilinen otel. Biz zavallı devlet memurları tabi ki orada kalmadık. Bütün otellerin iç dekorasyonu fazlasıyla kitch. Her yer  altın varaklı. Yapay bir dalga havuzu, vadiler, sular, şelaleler var. Bütün bunların sebebi ise kumar. Güney Afrika'da da yasak olan kumar sadece Sun City'de serbest. Las Vegas'ı görmedim ama kumarhanelerde pek bir numara yok gibi geldi bana. Biz gittiğimizde Güney yarım küre kıştı. Hava durumu da enteresan. Sabah erken saatlerde ve akşam güneş batınca o akdar soğuk oluyordu ki dayanamıyorduk. Öğlenleri ise sonbahar gibi, montla ceketle oturulabiliyor dışarda. Ama içerde oturmak istiyorsanız montun üzerine polar battaniye öneriyoruz. Klimalar o kadar çok çalışıyordu ki hepimizin burnu tıkandı, dudakları çatladı, boğazı şişti. Neden kışın ortasında buz gibi klima çalıştırdıklarını hiç anlamadık. Babun ve maymunlar Sun City'de rahatlıkla ortalıkta dolanıyorlar bu yüzden de onları görmek kedi görmek gibi. Babunları değil ama maymunları gördük. 

 Odamızdan gün doğumu manzaraları
Maymun

Valley of the waves denilen vadiye çıkışta bir köprü yapmışlar üzerinde filler var. Her saat başı bir deprem yaratıyorlar köprünün üzerinde. Maymunlar bağırıyor, köprü sallanıyor, dumanlar çıkıyor. Tam bir gösteri yani.
 Bridge of Time

İkinci gece sosyal etkinlik olarak kültürel gece yapıldı. Bu gece açık havada yapıldığı için biraz soğuktu. Bozkırın içinde bir yerde bir müddet yerli müzikleri dinledik, sonra hepimize dağıtılan darbukalarla müzik yaptık. Bizi yönlendiren müzisyen kadınlardan ve erkeklerden bazı sesler çıkarmalarını istedi. Erkeklerinki zordu ama kadınlarınki zılgıt çekmekti. Sonra da bize geleneksel tatlılarını yedirdiler. Bu geleneksel tatlı ise vezir parmağı gibiydi. Bozkırda giderken gördüğümüz hayvanlarsa tavuktan ibaretti. Sonuç olarak bence bizi havada 10 saat uçurup Kırşehir'e indirmişler diye dalga geçtik.
Tavuk

Afrika'da yapılacak en önemli şey tabi ki safariye gitmek. Kruger uzak olduğu için öyle bir gezi ayarlayamadık, biz de yakındaki Pilanesberg Parkı'na gittik. Esasında safari yapılacaksa gece parkta kalınması gerekiyor. Böylece aslanları uyandıkları zaman görebilirsiniz. Ama bizim böyle bir şansımız yoktu. Bir yandan da kongreye katılmak zorunda olduğumuz için sadece yarım günlerimiz kalmıştı gezebilmek için. Saat 11de başlayan bir geziye katıldığımız için aslanları görmemiz olasılık dışıydı Aslan görebilmek için gece gezisine çıkmalısınız ama bu mevsimde çok soğuk oluyor dayananmak çok zor dedi rehberimiz. Pilanesberg çok büyük bir park ama anladığım kadarıyla hayvan sayıları çok fazla değil. Örneğin yaşayan sadece bir tane çita varmış. O bir tane çitaya denk gelmek büyük şans. Tabi safari arabası ile gezdiğimiz için rüzgardan ve soğuktan başımızın gözümüzün ne kadar ağrıdığını hatırlatmama gerek yok. Biz bir tane hippopotamın kulağını, bir tane gergedan, bir tane zürafa, üç tane fil bir miktar impela ve zebra gördük. Bir de çook uzaktan timsah gördük diyebiliriz. 


 Zebralar



  1.  Anne fil ve iki yavrusu

 Numunelik zürafa (Eğer görebilirseniz:))

İmpalalar

Etrafta hiç aslan göremeyince ertesi gün aslan parkına gitmeye karar verdik. Aslan parkı denilen yer  bir grup yırtıcı hayvanın olduğu hayvanat bahçesi esasında. Bütün kediler vardı. Hatta Afrika'da hiç olmamasına rağmen  kaplanda getirmişler. Rehberimizin söylediğine göre bir tarafınızda leopar öteki, tarafınızda kaplan varsa leopara doğru koşmanız gerekitmiş çünkü leopar eğer ki çok yaşlı ve avlanamayacak durumda değilse insana saldırmazmış. İnsanların ona zarar verdiğini bilirmiş. Oysa kaplanla kedigillerin en büyüğü olduğu için böyle bir şey yaşamazmış. Bir erkek aslan günde 20-40 kez arası çiftleşmek istermiş ve biz oradayken bunu da gördük. Evet sapık gibi izledik bir de. Sanki ne farklı olacaksa:) Parktaki aslanların çoğunluğu beyazdı. Bu aslan türü koruma altına alınmış doğada yoklarmış. Aslanlar diğer kedilere göre çok yavaş oldukları için tek şanları gizlenmek oysaki beyaz aslanlar renkleri yüzünden farkediliyorlar ve aç kalıyorlarmış.Yırtıcılar içinde en iyi anne babalığı sırtlanlar yaparmış. 
 Kaplan
 Aslan

Çok şakacılar

Son yaptığımız etkinlik ise fil sevmeye gitmekti. Bir parkta eğitilmiş filleri sevebiliyorsunuz, besleyebiliyorsunuz. Fil yaklaşık 5 tonluk bir hayvan. Ama hayvanlar resmen ingilizce öğrenmişler. Trunk up dediğiniz zaman hortumunu kaldırıyor ve böylece yemi ağzına koyabiliyorsunuz. Ama bunun için elinizi filin ağzına sokmanız gerekiyo. Bundan korkabilirsiniz, bu yüznde de yemi yere atarsanız da hortumları ile toplayıp yiyebiliyorlar. Derileri muşamba gibi, çok sert. Üstelik üstünde seyrekte olsa kıllar var onlar da plastik fırça gibi. Yavru filler bile kırış kırışlar. Resmen fosil doğuyor hayvanlar. Fillerden birisi biraz afacandı. Hortumunu oraya buraya salladığı için ben tedirgin oldum. Benim tedirgin olduğumu anladı galiba hayvan ve geri çekildi. Ben bulunduğum yerden ayrılana kadar da geri gelmedi. Düşünülenin aksine yavru filler henüz eğitim almadıkları için daha tehlikelilermiş. Rehberimiz size vurursa yerden kalkamazsınız dedi.
 Evcil fil!





Afrika'ya giderken en büyük endişemiz ne yiyeceğimizdi. Biliyorsunuz İspanya'da falan çok sorun çekmiştik ama burda hiç sorun yaşamadık diyebilirim. Bir kere domuz yemiyorlar, etleri inanılmaz lezzetli. Hep ızgara et bulunabiliyor. Bugüne kadar yediğim en lezzetli ananasları da gene orada yedim. Zaten en meşhur tatlıları vezir parmağı. Bu yüzden de yemek konusunda neredeyse hiç sıkıntı çekmedik. 

Açıkçası sadece turistik amaç güdülerek yaratılmış bir yer olan Sun City bende herhangi bir iz bırakmadı. Sadece hayvanları gördüğüm için mutluyum. Yarın yetiştirebilirsem Cape Town yazısı yazacağım. Orda gerçek Afrika ile ilgili görüşlerime bolca yer vereceğimi düşünüyorum. 


NOT: Fotoğraflara tıklarsanız büyürler