23 Mart 2010 Salı

Yarışma

Okuduğum birkaç moda blogu var. Onlarda gördüğüm birşeyi ben de paylaşmak istiyorum. 4 Nisan gece yarısına kadar bu post'a yorum yazanlar arasından random.org sayesinde yapacağım çekilişle Viyana fotoğrafları arasından beğendiği bir adet fotoğrafı hediye edeceğim. Baskı boyutları ile ilgili birşey diyemiyorum çünkü tam oalrak emin değilim boyutlardan, ama merak etmeyin 9*13lük birşey de yollamam:)

İstediğim tekşey bu postun altına yorum bırakmanız ki sizlere bir numara verebileyim. Ama yorumlarınız terbiye sınırlarını geçerse (ki geçmeyeceğinden eminim, sadece bir tedbir) sıradan çıkaracağım tabi ki.

Haydi bakalım.

20 Mart 2010 Cumartesi

Viyana-IV





İşte sonuncusu. İzlenimler için: http://sezenyildirim.blogspot.com/2010/03/viyana-i.html



Viyana-III





Viyana-II





Viyana-I






Aylar sonra tekrar merhaba;
Aydınlatma kongresi için Viyana'ya gittim. Viyana kapılarına dayandım. Osmanlı neden geri döndü anladım. Hava o kadar soğuktu ki, bazı günler nefes almakta zorlandık.
Kongrenin de yapılacağı Hilton’da kalacağımız için çok heyecanlıydık. Ne de olsa insan her zaman Hilton’da kalamıyor. Ancak öncelikle şunu söylemeliyim ki, Hilton Viyana’da 5 yıldızlı otel fiyatı ödememize rağmen üç yıldızlı bir otelde kalmış gibi olduk. Sürekli çoğul bahsediyorum kendimden ama otelde arkadaşlarımla kaldım, ayrıca “Turkish team” olarak kalabalıktık. Ayrıca 21 yy.’da internet için para istenmesi kadar da saçma bir şey olabilir mi bilmiyorum. Zaten oda fiyatımız kahvaltıyı içermiyordu ama, internetin saatinin de 10€ olması biraz fazlaydı bence. Açıkçası Viyana’ya giderseniz, o kadar parayı da gözden çıkardıysanız lütfen diğer otel seçeneklerini değerlendirin.
Gitmeden önce uğramamız gereken bir kaç kafenin adını öğrenmiştim zaten. Tabi ki bir klasik olan Mozart Cafe ile başladık. Ortam olarak çok güzeldi. Eski tarzda dekore edilmiş, muhteşem bir deneyimdi diyebilirim. Kahve ve tatlı bana Türkiye’de bile bir arada çok ağır geliyorlar. Ama Viyana’ya gidince denemeden olmazdı tabi ki. Yanında küçücük şişelerde likör gelen Mozart kahvesi ile çok meşhur sachertorté’yi denedik. kahveler muhteşemdi, ancak aynı şeyi torte için söyleyemeyeceğim. Benim için çok tatlı ve kremalıydı. Ama eminim bayılanlarda vardır. Lafı gelmişken aynı şeyi meşhur şinitzel için de söyleyeceğim. O şinitzeli Türkiye’de de yiyoruz bence zaten. Ama patatesler muhteşemdi. Bir de menüde lokumlu Türk kahvesi vardı.
Viyana’da görülecek şeyler arasında tabi ki saraylar en başı çekiyor. Aşırı soğuk nedeniyle Hofburg sarayını pek algılayamadıysam da, Belvedere ve Schönbrunn Sarayları’nın çok ihtişamlı olduğunu söyleyebilirim. Belvedere bizim Topkapı Sarayı gibi sergi salonuna döndürülmüş. Klimt’in orjinal tablolarını görmek mümkün. Çok beğenmediğim “The Kiss” tablosu orjinal olunca bir değişik oluyor. Bir de gerçek bir Van Gogh görmek son derece heyecan vericiydi bence. Sarayın boş bir odasında bağırabildiğiniz kadar bağırın yazıyordu. Bağırınca oda size cevap veriyor. Nefes alıp vermeye başlıyor ve ışıklarını yakıp söndürüyor. Bir nevi korku filmi gibi bence. Schönbrunn Sarayı’nın bahçeleri çok güzeldi. Eminim yazın daha da etkileyici oluyordur. İşte saray diyor insan görünce.
Ulusal kütüphanenin içinde Efes Müzesi vardı. Önce sinirlendik, utanmadan müzeyi çalıp getirmişler, bir de para istiyorlar diye. Meğer sadece gezmeye çıkmış koleksiyon. Ama biz görmedik sonuç olarak. Evimizde görürüz biz kazanırız dedik:p Karşılıklı olarak duran tarih müzesi ve çağdaş sanat müzelerinde de çok ilginç birşeyler yoktu. Müzelerin içini gezmemeyi tercih ettik. Ancak mimari yönden ilginçti tabi ki. Zaten mimar arkadaşlar bayıldılar. Çağdaş sanat müzesinin içinde Andy Warhol var sanmıştık, sadece bir kaç videosu varmış ne yazık ki.
Hunder Wasser Haus Avrupa’da yeşil çatı uygulamasını ilk yapan binaymış. Tabi ki ben gördüğümde çatılardaki ağaçlar yapraksızdı. Mimarın ve ressamın vermek istediği mesaj doğayla bütünleşelim, doğadan kaçmayalımmış. Bir de bu yapı biraz kenar mahalle gibi bir yerdeydi. Mimar arkadaşların dediğine göre bu tür yapılar kentsel dönüşümü gerçekleştirebilmek için hep öyle yerlere yapılırmış. Keşke bizde de mesela Tarlabaşı’nda böyle binalar yapılsa. Kunt der Gaus ise Hunder Wasser Haus’un birkaç sokak ilersinde müze olarak kullanılan, gene aynı yapıya sahip bir binaydı.
Dünyanın en büyük dönme dolabı da Pratern’deymiş. Oralara kadar gittikten sonra görmemek olmazdı. Son derece büyüktü, ve biz akşam üzeri saatte gittiğimiz için de ışıklarla falan çok güzeldi, ki fotolarını görebilirsiniz zaten.
Yaşam enteresandı. Fiyatlar tam Türkiye gibi ama Euro cinsinden. O yüzden de tabi ki biraz pahalıydı. Avusturya’lıların İngilizcesi gerçekten çok kötü. Anlaşmak biraz zor. Ayrıca da kabalar. Kabalıkları ise içten gelen bir kabalık. Hani yardımcı olmuyorlar değil ama bunu yaparken hiç kibar değiller. Oslo ile ilgili izlenimlerimi yazmamıştım size. Oslo’daki insanlar o kadar kibardıki, ben bütün Avrupa böyle sanmıştım ama değillermiş ne yazık ki.
17 Mart St. Patrick Günü’nde bir Irısh Pub’a gitmek enteresandı. Zaten girebilmek pek mümün değildi. İrlandalılar sabahtan itibaren bira içmeye başladıkları için gece sokaklarda soyunmaya başlamışlardı. Barda benimle herşeyi ben içtim diye dalga geçtiler, sonra da ben bara yaklaşamıyorum diye barmene benim için sipariş verdiler. Türkiye’de olmadığını düşündüğüm cidar birasının fıçısını eve istiyorum. O kadar güzeldi.
Şimdi sizi fotoğraflarla başbaşa bırakıyorum. Bir de size birkaç gün sonra bir sürpriz yapacağım.