30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni Yıl

2010 yılının tüm insanlar, doğa, yerküre için, havaküre ve su küre için çok daha iyi geçmesi, çocuklarımızın bu şirin kardan adamları yapabilmeleri dileği ile....

3 Aralık 2009 Perşembe

Limon Olmak Üzerine-II- Son

Aradan günler geçti. Hava sıcaklığı daha dayanılır derecelere doğru geriledi. Annem bir gün bizlere dedi ki; “yavrularım, birkaç güne kadar hepiniz toplamaya insanlar gelecek, biliyorsunuz ki kirazlar, erikler, çilekler toplandı. Geriye sizler, portakallar ve mandalinalar kaldı. Onların daha zamanı var. Oysa sizleri alıp götürecekler. Bu güne kadar size elimden geldiğince iyi bir anne olmaya çalıştım. Sizlere yol gösterdim, elinizden tuttum, bırakmadım. Ama artık daha fazlasını yapamam. Sizler gitmeli ve yeni kardeşlerinize yer açmalısınız.” Birisi “ iyi de biz ne olacağız ki” diye sordu. Öyle ya, bildiğimiz tüm hayat annemizin kollarının arasında yatmaktan ibaretti. Şimdi ne olacaktık? Annemiz “herkesin dünyada bir görevi var, sizlerde insanlara sağlık, sıhhat katmakla yükümlüsünüz çocuklar, gittiğiniz yerlerde başınıza neler gelecek bilmiyorum, ben hiç burdan ayrılmadım, ama eminim görevinizi en iyi şekilde yapacaksınız” dedi. Bir hüzün bulutu çöktü üzerime. Annemden, kardeşlerimde ayrı olma düşüncesi öylesine ağırdı ki, nefes alamaz olmuştum. Sapsarı olan tenim sanki iyice sararmıştı. Yere düşecektim, annem elimden tuttu. Ben gitmek istemiyorum, ağaç olmak istiyorum diye haykırdım. Kardeşlerim şaşırdı. Annem “sen ağaç olamazsın ki çocuğum” dedi. Sen meyvasın. Ama içinde ağaç olabilecek tohumlar var, onlar olabilirler. Böylece sen de olabilirsin, merak etme, hayat hiç bitmez, bir şekilde devam eder.” Bu düşünce beni teselli etmedi. Ama yapabileceğim birşey yoktu. Şimdi annemin elini bırakıp yere düşüversem orda kalırdım. Bu bir kurtuluş olmazdı. Keşke çiçekken şakacı rüzgarlara kanıp gitseydim, bir yerlerde ağaç olsaydım diye düşündüm.

Bir kaç gün sonra insanlar geldi, bizleri annemizden koparıp kasalara yerleştirdiler. Benim canım acımadı, annem ne hissetti hiç bilmiyorum. Annemiz bu sırada öyle hüzünlüydü ki hiç konuşamadı. Hoşçakalın evlatlarım dedi sadece. Kardeşlerimle yanyana kasanın içinde duruyorduk. Kırmızı yanaklı bir kız etrafımıza beyaz kağıtlar geçirmişti. Benim zaten sapsarı, muhteşem bir elbisem vardı, buna ihtiyacım yoktu ki. Kasaları kamyonlara yüklediler, daha önce de görmüştüm onları. Nereye gittiğimizi hiç bilmiyordum. Hepimizde tarifsiz bir acı vardı. Durup durup birbirmize en azından beraberiz diyip duruyorduk ama evimizden ayrı olmak öylesine hüzünlüydü ki.... Kamyonların arkasında tozlu yollardan geçtik, İyi ki bu beyaz kağıtları sarmışlar etrafımıza diye düşündüm. Annemizin bizim için taşıdığı su olmayınca mecburen içimizde depoladığımızı kullanmamız gerekiyordu. Onu da idareli kullanmalıydı. Kaç gün daha burada olacağımızı hiç bilmiyorduk. Havanın o kadar kuru olduğu yerlerden geçtik ki, ne yapacağımızı şaşırmıştık. Yolculuğumuz sonunda yetiştiğimiz yerden çok farklı iklimi olan bir yere geldik. Bizi karanlık, serin bir mağaraya koydular. İçeri ışık girmiyordu. Ama havanın serinliği sayesinde sürekli rahattık. Güneşe göremiyorduk ama güneşi aramıyordukta. Orada ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Gece gündüz kavramımız kaybolmuştu. Mağaranın sıcaklığı hep sabitti. Mevsimleri de anlayamıyorduk Ben çok fazla konuşmuyordum ama genelde çok fazla konuşuluyordu. Limonların zeytinyağlı yemeklerin vazgeçilmezi olduğunu öğrendim, suyumuzun sıkıldığını öğrendim. Limonata denilen bir içeceğe dönüştüğümüzü öğrendim. Orada anladım ki hayatımızın sonuydu bu artık. Daha ötesi yoktu. Ben meğer elbiselerimi yırtsınlar, suyumu sıksınlar diye öyle sıkı sıkı çalışmışım. Bilsem bir çiçekken şakacı bir rüzgarla uçar giderdim annemin kollarından. Sonra bir gün mağaradan çıkartıldık. Tekrar güneşle buluşmamız çok heyecanlıydı. Yeniden doğuş gibiydi. Güneşin yakıcı ışığı tenimi kavurdu, keskin bir acı hissettim. Ama öylesine mutluydum ki halimden. En azından suyum sıkılmadan son bir kez güneşi görebilmiştim.

Gene kamyonlara bindirildik. Hava çok sıcaktı, yaz gelmiş olmalıydı. Belki de bir sene o mağarada kalmıştık. Uzun ve yorucu bir yolculuğun sonunda gene nemli havası olan bir yere geldik. Burda öyle bir karmaşa vardı ki... Kamyonlar, insanlar, avaz avaz bağıran kuşlar... Her tarafta aynı laflar dolanıyordu, bir kasaya şu kadar vermem, bu kadar veririm. Bizler de bir kamyondan indirilip başka bir kamyona bindirildik, ertesi gün bir adam üzerimizdeki kağıtları soydu ve bizi bir tezgaha alt alta, üst üste dizdi. Kasalarda bile böylesine sıkışmamıştık. Birkaç saat sonra artık daha fazla dayanamayacağımı hissetmeye başlamıştım. Hem çok sıkışmıştım, hem yanımdaki limon sürekli bir balık sofrasına ne kadar yakışacağını anlatıyordu. Öte taraftan sarımsaklar da ne kadar faydalı olduklarıyla övünüp duruyorlardı. Oysa kokuları öyle fenaydı ki kimse onlara yaklaşmak bile istemezdi bence. En sonunda bizi dizen adam en üstten birkaç limon aldı, ben de kendimi biraz da olsa daha rahat bir pozisyonda buldum. Günün sonuna doğru genç bir çocuk geldi. “Bütün limonları ver abi” dedi. Hepimiz bir poşete doldurulduk, tartıldık, toplamda beş kilo geldik. Çocuk bizi aldı. Artık neresi olduğunu anlayamadığım bir yere geldik, Bulunduğumuz mağaradan daha soğuk bir yere atıldık. Belirsiz bir şekilde, karanlıkta bekleyiş yeniden başlamıştı. Acaba gene aylarca mı sürecekti bu esaret? Etrafımda pek çok farklı meyva ve sebze vardı. Çoğunun ne olduğunu bilmiyordum ama artık halim kalmamıştı. Hiçbirisiyle tanışmak istemiyordum. Kokularından tanıdığım nane yaprakları neşeli neşeli söyleniyorlardı. Sadece onların muhabbetlerini dinledim. Nane olmadan limonatanın eksik olacağını öğrendim. Esas limon olmadan limonata eksik olmaz mıydı? Şu anda yuvarlanarak bile olsa burdan gitmeye razıydım. Sonra uyuyaklamışım.

Ertesi sabah kapak açıldı. Birisi bizi mağaradan çıkardı. Göz ucuyla görebildiğim kadarıyla mağaramızdan baya farklıydı burası. Ama ne fark ederdi. İşte yolun sonuna gelmiştim. Birazdan suyumu sıkacaklardı, herşey bitecekti.

Bir masanın üzerine yatırıldım. Adamın biri elindeki kesici bir altle sırayla hepimizi ikiye kesiyordu. Bundan daha korkunç birşey düşünemiyordum. Suyumun sıkılması fikrinden de korkunçtu bu. İkiye kesilenlerden hafifi bir çığlık geliyordu. Sıra bana geldiğinde zangır zangır titriyordum. Metal bıçak tenime değdi, herşey öyle hızlı oldu ki, neye uğradığımı şaşırdım. İiçmde korkunç bir acı duydum. Çığlık atmak istedim, atamadım. Bir yarım diğer yarıma hüzünlü hüzünlü bakıyordu. Hala ölmemiştim. Yaşıyordum. Ben ki sabahları çiy tanelerinin üzerimde dans edişiyle uyanırdım, bu sabah başıma gelenlere bakın. Daha sonra bşka birisi bizi masanın öbür ucuna götürdü. Orada korkunç bir gürültüyle çalışan bir alet vardı. Benim duymaya alışkın olduğum sesler kuş, rüzgar, yağmur, şimşek sesleriydi. Bu sesi hiçbir şeye benzetemiyordum. Bizi aletin başına getiren kişi gelişigüzel bir şekilde eline tabağa attı, benim bir yarımı seçti. Alet dönüp duruyordu, ben aletin dönen kısmının üzerinde koydu. O anda hayatını balık sofrasında sonlandırmak isteyen arkadaşı o kadar iyi anladım ki. Hiç olamzsa bir balığın yanında, sadece dilimlenmiş olacaktım. Oysa şimdi bu alet bütün hücrelerime giriyor, büyük bir emek harcayarak ördüğüm duvarlarımı parçalıyor, içimdeki suyu çıkarıyordu. Sesim çıkmıyordu, ya da çıkıyorsabile duyulmuyordu. Çocuğun elinde sadece elbisem kaldı. Bense aletin dibindeki bir haznede şaşkın şaşkın elbiseme ve ondan kalanlara bakıyordum. Kabuğumu çöpe attı. Bu iş yaklaşık bir saat sürdü. Mümkün olduğunca kendi su damlacıklarımla yanyana kalmaya çalıştım ama gittikçe karıştık, sonuç olarak kocaman, soğuk bir kaba konulduk. Kaba konulanlar daha çok benden geriye kalanlardı, buna ben demek yanlış olurdu. İçimize sonradan şeker olduğunu öğrendiğimiz, kristal parlaklığında, çiğ taneleri kadar güzel taneler karıştırıldı. İçimin bir garip olduğunu hatırlıyorum. Bir süre sonra sıcaklık artmaya başladı, sıcaklık inanılmaz derecede artmaya başladı, şeker taneleri de kayboluyordu, anlayamadığım bir şekilde sessizleşti herşey, kabın alt tarafındaki sıcaklık dayanılmaz olunca yukarıya doğru hucüm ettim, tek isteğim biraz daha rahat nefes alabilmekti. Daha yukarılara doğru uçabilecekmişim gibi hissediyordum. Sanki içimde bir güç vardı, her şeyi yapabilirdim.

Bir süre sonra sıcaklık normal değerlere doğru inmeye başladı, şeker taneleri içimize karışmış, artık bizden olmuşlardı. Bir süre sonra içimize biraz su ve limon suyu daha katıldı, şeffaf bir kaba boşaltıldık, etraf gittikçe serinledi. Bu şeffaf kap bir bahçede duruyordu, üzerimizde büyük ağaçlar vardı, arada bir kaç limon ağcaı da cabası. Ama hiçbirisine ulaşmak mümkün değildi. Bildiğim hayat, bana çok yakın, ancak bir o kadar da uzaktı. İnsanlar hayat avuçlarımın arasından kayıp gidiyordu diyor ya, işte aynen öyleydi benim için durum. Ama avuçlarım yoktu, hatta artık neyim var, neyim yok onu bile bilmiyordum. Dalgalanıp duran bir sıvıydım ben sadece. Serindim, serin olmka iyi geliyordu.

Arada bir birisi limonata istiyordu, birisi gelip bir bardağa limon suyu dolduruyordu. İşte o limon suyu bizdik. Günün ilerleyen saatlerinde artık sıranın bana geldiğini anladım. Birisi bir limonata daha siteyecekti, ve ben o bardağın içine düşüverecektim. Açıkçası artık umrumda da değildi. Güzel elbisem gitmişti, annem, kardeşlerim benden çok uzaktaydı. Pratikte hayatım zaten bitmişti. Bardağın dibini boylamak benim için çok önemli değildi.

Bardağa düşüş anı ise bekledeğimden farklıydı. Nasıl ki birkaç saat önce sıcaklığın artmasıyla uçabileceğime inanmıştım, şimdi görüyordum ki kısacık da olsa uçabilirdim. Uçtum ve bardağın içine düştüm. Bardakta buz parçaları vardı, ve ta evimden tanıdığımi kokusu başımı döndüren nane yaprakları. Gene muhteşem kokularıyla bana arkadaşlık ediyorlardı. Genç bir kız ver erkeğin inüne konulduk, ben kızın bardağının içindeydim. Kız bizi bardağın içindeki ortası boş çubukla şöyle bir karıştırdı. Bir yudum çekti, buranın limonatası İstanbul’un en güzeli” dedi. Çocukta güldü. Aradan geçen sürede neşeli neşeli konuşmaya devam ettiler, kah derslerinden, kah yaşadıkları şehrin güzelliklerinden ve birbirlerine ne kadar aşık olduklarından. Çocuk kendi limonatasını çoktan bitirmişti, kızsa çok soğuk deyip biraz beklemeye karar vermişti, ben heralde sıcaklık gene artacak diye endişeleniyordum, ama sıcaklıkta pek bir artış olmadı. Buzlar eridi, sular içimize karıştı, onlar da bizden oldular. Çocuk tam masanın üzerinden eğilip kızın limonatasını önüne çekmek isterken kızdan “yaaa” diye bir ses duydum, o anda dünyam tepetaklak oldu, yer çekimini iliklerimde hissetmeye işte o an başladım.

Aşağıya doğru kayıyorum, yavaşça.... Sakin sakin... Anlıyorum ki kısa ömrümün son demlerini yaşıyorum.

Yere doğru düşüyorum, düşüşün acı verici olacağını düşünüyorum. Pek bir acı hissetmiyorum, düşer düşmez tekrar yükseliyorum, birkaç parçaya ayrılıyorum, sonra tekrar yere düşüyorum, yayılıp kalıyorum. Orda öylece duruyorum. Duruşum son derece manasız, ne yapacağımı bilemiyorum ki. Bir yerlere gidebilir miyim diye düşünüyorum, hiçbir yere gidemiyorum. Kızın sesini duyuyorum uzaklardan, “biraz dikkat etsene diye, açıkçası pek umursamıyorum da, dinlemek istemiyorum. Düşünüyorum, hayatım onun içinde bir yerlerde son bulabilirdi. Oysa şu anda hala yaşıyorum.

Bir yandan da enteresan bir his uyanıyor içimde. Altımda toprağın olduğunu hissediyorum, Yumuşak, sıcak... Anneme bile hayat veren toprak, şimdi benim altımda uzanıyor. İstersem sanki sonsuza kadar onun bir parçası olabilirmişim gibi geliyor. Sanki o da beni kucaklıyor, sarmalıyor. “Gel” diyor sanki. Gel derken de bir yandan kollarının arasına alıyor, ve ben de ona doğru koşuyorum son hızla. Onun kollarının arasında olmak istiyorum, aklıma bir ağaç olma hayalim geliyor. Bir gün ağaç olabilecek miyim bilmiyorum, ama buraya gelene kadar çektiğim acıları düşünüyorum. Bir an için balık sofrasında bitirmek istediğim hayatımı düşünüyorum. Oysa şimdi annemin kollarının arasındayım, saklanabilirim, kimse beni bulamaz. Hazır olana kadar bekleyebilirim. Bir limon ağacnın dallarındaki yavrularına ulaşabilirim, yada ağacın içinde kalabilirim. Ağacın bizzat kendisi olabilirim. Doğduğum yerden kilometrelerce uzaktayım, ama hayata ilk başladığım noktada, toprak ananın kolları arasındayım. Mutluyum, korkmuyorum. Hayat devam ediyor, ve ben bu ha yatın henüz çok başındayım....